2 Temmuz 2018 Pazartesi

Karaburun Kırkım Şenliği

İzmir'in güzel ve henüz ulaşması çok da kolay olmayan güzel bir coğrafyasında, Karaburun'da geçtiğimiz hafta Kırkım Şenliği yapıldı. Bu keyifli şenliğin bir parçası olmak hoşuma gittiği için konu hakkında bir yazı yazmak istedim. 

Kırkım Şenliği'nin düzenleneceğini, İzmir'in şehir içindeki açık hava reklamlarından gördüm. İnternet'te konu hakkında bir araştırma yaptığımda, geçtiğimiz yıllarda yapılan şenlikler ile ilgili bilgilerin dışında açıklayıcı bir içerik bulamadım. Elimdeki tek bilgi, billboardlarda gördüğüm, şenliğin 12:30'da başlayacağıydı. 

11:30 gibi Urla'dan ailecek yola çıktık. Yaklaşık 1 saat 15 dakika süren bir yolculuktan sonra Karaburun'a vardık. Sonrasında da tabelaları takip ederek, yukarılara, yaylalara doğru 10 dakikalık bir araba yolculuğu daha yaptık. Bu yolculuk sırasında, Ege Bölgesi'nin kıyı kesiminin insanın nefesini kesen manzaralarına şahitlik ettik. Bu coğrafyada yaşamak bir ayrıcalık. 






Karaburun yarımadasında tepelere çıktıkça manzara nefesinizi kesiyor.
Fotoğraflar yetmiyor bu güzellikleri anlatmaya 

Şenlik alanında bir sahne kurulmuştu. Sahnenin önünde de ulu bir çınar ağacı vardı. Bütün katılımcılar bu ulu ağacın gölgesinde toplanmıştı adeta. Tek bir ağacın bu kadar insanı altında birleştirebilmesi, doğanın muazzam gücünün bir göstergesi bence. İlginç olansa, alanda bu ağacın dışında başka bir ağacın bulunmamasıydı. Sanki bu ağaç, buraların efendisi benim ve benim dışımda hiçbir bitki burada yetişemez diye bağırıyordu. Bu muazzam manzaraya saygı duymamak imkansızdı. 


Ulu çınarın büyüklüğü ve ihtişamının önünde saygıyla eğildik

Çınarın gövdesine yakından bir bakış

Bu kadim ağaç, gölgesini cömertçe ziyaretçilere sunmuştu

Biz alana vardığımızda protokol konuşmaları bitmek üzereydi. Son protokol konuşmasından sonra, sembolik olarak bir kaç keçinin kırkım işlemi gerçekleşti. 


                                                             Kırkım işlemi büyük makaslarla yapılıyor


Kırkım, kıl/tiftik elde edilmesi  ve hayvan sağlığını da göz önünde tutarak, keçilerin vücudunu örten kılların yılda bir kez kırkılması işlemine verilen isim. İklim koşullarına göre, ilkbahar sonu ya da yaz başında yapılan kırkım işlemi, kırklıkla (büyükçe bir makas) ya da makine ile yapılabiliyor. Gözlemlediğim kadarıyla sürülerin görece küçük olması nedeniyle Karaburun'da makas kullanılarak yapılıyor. 

Yöre halkı için küçükbaş hayvancılığın özel bir yeri var. Belediye de bu potansiyelin farkına vararak son birkaç yıldır, kırkım işlemini bir şenlikle bütünleştirerek, konunun daha geniş kitlelerce bilinmesini ve şenlik vesilesiyle ziyaretçilerin yöreye ekonomik katkı yapmasını amaçlıyor. Yakın bir zamanda belediye kendi imkanları ile keçi sütünden ürünler üretmeye de başlamış. Bunlar şenlik alanında satılmıyordu zira çok sıcak bir hava vardı. Ancak Karaburun merkezde, belediye binasının yanında satımların yapıldığı bilgisi iletildi. 

Şenlik alanında, standlarda yöre insanının el emeği göz nuru olan ürünler de satılıyor; bahçeden henüz koparılmış taptaze meyve ve sebzelerin yanı sıra, çeşit çeşit reçeller ve hediyelik eşyalar da ziyaretçilerin beğenisine sunuluyordu. 

Reçel kavanozlarını öyle bir süslemişler ki, bu manzarayı gördükten sonra reçel almadan geçemiyorsunuz.


Sembolik kırkım işleminden sonra, bir orkestra sahne aldı ve ziyaretçilere türkülerden ve şarkılardan oluşan keyifli bir repertuar sundu. Ortaya çıkıp dans eden katılımcılar, şenliğe güzel bir renk kattı. Konserin sonuna doğru, sahnenin arkasındaki alanda bekleyen keçi sürüsü biraz huysuzlanmaya başladı. Bunun üzerine çobanlar sürünün biran önce hareket etmesi gerektiğine karar verip sürüyü saldılar ve yukarılara doğru hareket başladı. Keçilerin birbirlerini takip ederek, sürü halinde hareketlerine şahitlik etmek ayrı bir keyif verdi. Bu anı videoya çekerken kendimi sanki BBC Earth belgeselinin yapımcısı gibi hissettim. 

                 Sürü gerek kalabalıktan gerekse sıcaktan huysuzlanmaya başladı. Bunun üzerine çobanlar sürüyü harekete geçirmek için tutuldukları yerden salıverdiler. 

Sürü harekete geçti

                 Şu görüntüleri çekerken kendimi BBC Earth belgeselini çeken kameraman gibi hissettim. 


Sembolik kırkım işleminden sonra, bu tür şenliklerin vazgeçilmesi yemek ikramına geçildi. İki farklı istasyonun önünde sıraya geçerek, etli pilav, höşmerim tatlısı, ayran ve sudan oluşan menüyü alabiliyordunuz. Açıkça belirtmek isterim ki, pilavın lezzeti beklentimin çok ötesindeydi. Ücretsiz olarak sunulan bu yemeğin yanı sıra, ücreti mukabil gözleme satışı da vardı. 

Önümdeki yemek sırası

Bu da arkamdaki yemek sırası


Alanda tuvalet ihtiyacını gidermek için seyyar tuvaletler de kurulmuştu. Herhangi acil bir duruma müdahale edebilmek için bir sağlık ekibi ve ambulans da hazır edilmişti.

Yemek ve konserden sonra sıra en güzel oğlak ve tekelerin seçilmesine geldi. Konu hakkında uzman bilim insanlarından ve yetkililerinden oluşan bir jürinin önüne, çobanlar tel tek en güzel hayvanlarını getirdiler. Jüri, bu güzel hayvanları çeşitlik kriterlere göre değerlendirerek en güzel (belki de en sağlıklı demek daha doğru olur) hayvanları belirledi. Ödül töreninden sonra da şenlik başladığı gibi güzel bir şekilde sona erdi. 

Yarışma için güzel bir hayvan jürinin önüne götürülüyor

Yarışmadan bir anı daha
                Keçiler jürinin önüne götürülürken meşhur inatlarını da zaman zaman sergilediler. Kim bilir güzel hayvanın aklından neler geçiyordu o an, belki de kesime götürülüyor sandı kendini.  


Dönüşte Karaburun merkezde, tavsiye üzerine 7 Kardeşler isimli bir işletmede dondurma yedik. Tavsiye yerindeydi. 

Dönüş yolunda Mordoğan isimli beldede, bu coğrafyanın bize sunduğu nimetlerin başında gelen harikulade bir denize girmek için Ardıç plajında durduk. Belediye tarafından işletilen plaj çok kalabalıktı. Ücretsiz olarak sunulan şemsiyelerde yer bulmak mümkün değildi. Biz de plaja adını veren ardıç ağaçlarından birinin gölgesine sığındık. Deniz temiz ama dalgalıydı. Tabanı ince kumlu olan deniz, ne kadar uzaklaşırsanız uzaklaşın yarım metreyi geçmediği için çocuklar için idealdi. Bu denizde bir süre yüzdük, çocuklarla oynadık ve bu coğrafyada yaşadığımıza şükrederek yorgun ama mutlu bir şekilde evimizin yolunu tuttuk. 

Şüphesiz ki bu güzel coğrafyanın tadını en çok çıkaran çocuklar. Ardıç Plajı'ndan. 



19 Eylül 2017 Salı

Sakız Adasının Kuzeyinde Ne Yapılır?

Sakız Adası'na daha önce iki kere gitmiş, adanın orta ve güney kısımlarını gezmiştik. Üçüncü gidişimizde rotamız adanın daha az popüler olan kuzey kesimleriydi. Bu defa kendi aracımızla geçiş yapmayı planladık. Zira 5 gün araca ihtiyacımız olacaktı. En küçük arabaların kirası minimum 30 €/gün. Toplam kira 150 € olacaktı en az. Araçla geçtiğimizde ise 80 € feribot ücreti, 52 € da yurtdışı araç sigorta ücreti var. Yani daha kârlı. Bir de valizleri indirip bindirme derdi yok ki bence bu da önemli.

Ada'ya bayramdan sonra 2017 Eylül ayının başında gittik. Sunrise Tour'dan biletlerimizi aldık. San Nicholas isimli ufak ve eski bir tekneye bindik.Tekne maksimum üç araç alabiliyordu. Hava da rüzgarlı ve deniz de dalgalı olunca hafif ürktüm açıkçası. Siz siz olun, çocuklarınıza böyle dalgalı havalarda feribot seferleri öncesi bir şey yedirmeyin.

Adaya yaklaşık 1 saatlik bir yolculuğun ardından sağ salim vardık. Pasaport kontrolü, araç işlemleri sonrasında aracımızla limandan çıktık. İstikamet adanın orta batısında Lithi kasabasıydı. Lithi'ye ulaşabilmek için önce yüksek tepeleri tırmandık. Bu tırmanış esnasında şahane bir seyir tepesine rastladık, burada bir süre durup mis gibi çam ağaçlarının kokusunu içimize çeke çeke, adanın doğusunda kalan Ege Denizi'in büyüleyici maviliğinde kendimizi kaybettik. Sonra tekrar yola koyulduk, bu sefer yokuş aşağı inerek Lithi'ye vardık. Bu şirin ve minik sahil köyüne vardığımızda öğle vaktini geçmiştik çoktan. Daha önceki deneyimlerimizden memnun kaldığımız To Kyma isimli ufak restorana oturduk. Bu arada rüzgarın sadece doğu yakasında değil, batı yakasında da çok sert estiğini görmenin üzüntüsünü yaşadık. Zira hayallerimiz yemekten sonra Lithi'nin ince kumlu plajında, sığ denizinde dingin bir öğleden sonra geçirmekti. Ancak sert rüzgar nedeniyle yanımızda getirdiğimiz montları bile giymek zorunda kaldık yemek yerken. Yemek lezzetliydi. Enfes bir ahtapot ızgara, lezzetli bir kalamar ızgara, tavada kızarmış ufak lezzetli bir balık ve Yunan salatası soframızı şenlendirdi. Yemekten sonra müessesenin ikramı olan tarçınlı baklavanın tadı da bir başkaydı. Yemekte arka masamıza oturan orta yaşlı İtalyan turistler ile biraz sohbet ettik. Oğlum bu esnada kendi elleri ile yaptığı bir bilekliği turistlere vermek sureti ile adadaki turistler ve yerliler ile ilk iletişim tecrübesini yaşadı. Yemek sonrası sahile geçtik ama rüzgar çok sert esmeye devam ediyordu.
Çocuklar cankurtaran kulesini kendilerine oyun aracı olarak seçtiler ve eğlendiler. Denize giremedik ve oradan ayrılmaya karar verdik. Lithi'ye bir daha gidersek Üçkardeşler isimli restoranda yemek yeme kararımızı netleştirdikten sonra kuzeye doğru yola çıktık.

Seyir tepesinde nefeslerimiz kesen eşsiz manzara

Lithi belki de adadaki tek ince kuma sahip kumsal ve denizi barındırıyor. Ancak bizim gittiğimiz gün çok rüzgarlı ve serin olduğu için bu güzelim denize giremedik. 

Açılışı To Kyma isimli tavernada gelen iki ahtapot kolu ile yaptık. Bu lezzeti çok özlemişim.

Yolda batımızda kalan ufak bir koyu gördük ve direksiyonu bu koya doğru kırdık. Ana yoldan saptıktan sonra aşağıya doğru topraklı bir yoldan dikkatlice indik. Yolun ortasında taştan bariyerleri görünce arabayı durdurduk. Taş bariyer sonrası o kadar engebeliydi ki birisi iyilik yaparak o taşlarla yolu kesmiş. Yoksa arabanın alt aksamını orada bırakmak işten bile değildi. Nitekim arabayı yolun kenarına çeltik ve yayan inmeye devam ettik. Sahil taşlıktı. Denizin harikulade bir rengi vardı. Sahilde bizden başka kimse yoktu. Bu sessizliğin ve sahilin adeta bize özel halinin keyfini çıkardık.


Lithi'den kuzeye doğru giderken bu nefes kesici manzaralar eşliğinde araç sürüyorsunuz.

Haritada ismi olmayan bu koya gidebilmek için arabayı yarı yolda bıraktık ve yürüyerek aşağıya indik.


Aşağıya indiğimize değdi doğrusu, bu ıssız ve güzel koyu ailecek kapatmış gibi hissettik. 

Denizin ve kumun en büyük keyfini çocukları çıkarıyor şüphesiz.

Daha sonra bu plajdan ayrılıp kuzeye doğru devam ettik. Ve yine uzaktan gördüğümüz bir plaja sapma kararı verdik. Bu plajın google haritalarda bir adı vardı: Elida beach. Bir önceki koya göre daha uzun bir sahil şeridine sahip bu kumsalda bir tesis yoktu. Deniz oldukça durgun ve berraktı. Burada da bir süre kaliteli vakit geçirdik. Bir süre yüzdükten sonra sahilin hemen arkasındaki kiliseyi ziyaret etmek istedik ama kapısı kilitliydi. Bu şirin plajda yeteri kadar zaman geçirdikten sonra kuzeye doğru sürmeye devam ettik. Hedefimiz, iki gün konaklayacağımız Volissos köyüydü. Kısa bir seyahatten sonra akşam üstü köye ulaştık. Kalacağımız otel Lydia Lithos Houses'a vardık. Köy meydanına yakın, çok keyifli bir mekan yapmış otel sahibi. Adadaki hemen hemen tüm diğer işletmeler gibi burası da bir aile işletmesiydi. Bizimle ilgilenen Dina orta yaşlı, çok cana yakın bir kadındı. Tek kelime İngilizce bilmiyordu, biz de günaydın ve teşekkürler dışında Yunanca bilmememize rağmen Dina ile çok iyi anlaştık. Otele yerleştikten sonra köyde kısa bir gezinti yaptık. Volissos kalesi gün batarken etkileyici bir resim oluşturuyordu adeta. Bu manzara ertesi gün kaleye tırmanma fikrini getirdi aklımıza. Gezintimiz esnasında Yasemi of Chios isimli otelin sahibi bize otelin bahçe kapısını açtı ve burada kaleye karşı bir fotoğraf çekildik. Gün batarken köy meydanına geri döndük ve Fabrika isimli güzel ve karakteristik bir mekanda akşam yemeği yedik. Menümüzde bu sefere keçi eti vardı. Masamıza gelen şahane yemekten de keyif alarak otele geri döndük ve birinci günü noktaladık.


Elida plajı bize rüzgarsız ve berrak bir deniz sunuyordu. Bu plajda toplasanız 30 kişi vardı. Ama tahminim Eylül ayında olduğumuz için bu kadar az sayıda insan vardı.

Gün batımından az önce Volissos köyü ve kalesi

Kale fotoğrafını çektiğim noktada böyle bir enstantane yakalayınca bastım telefonun fotoğraf çekme tuşuna.

Volissos köyündeki Lydia Lithos isimli otelimizdeki odamızın terasından manzaramız. 

İkinci güne erken başladık. Kaldığımız otelde kahvaltı servisi yoktu ama yakındaki bir taverna ile anlaşmalı olduklarını söylediler. 5 €'ya kahvaltı edebileceğimizi söylediler. Mavro Provato isimli bu mekanda kahvaltı çok da umduğumuz gibi çıkmadı doğrusu. Ama mekanda sabah kahvesini içmeye gelmiş orta yaş ve üstü Yunanlılar ile adeta köyün yerlisi gibi hissettik. Kahvaltıdan sonra kaleye tırmandık. Yaklaşık 15 dakikalık bir tırmanıştan sonra kalenin tepesinde adanın tüm batı kanadını ayaklarımıza seren manzaranın tadını çıkardık. Sonra aynı hızla aşağı indik, arabamıza atladık ve Volissos'a beş dakika mesafedeki Limnia Limanı'nın güneyindeki sahile gittik. Sahilde Juji Beach Bar'ın şezlonglarına oturduk. Kimse bizden şezlong ya da şemsiye parası istemedi. Bu rahatlık başka bir keyif ve bu keyfin getirdiği güzel hislerle Yunanlıların çok severek tükettikleri buzlu kahvelerden sipariş ettik. Çocuklar plajda arkadaş edindiler: Ana Maria, Konstandin ve Yorgos. Aynı lisanı konuşamasalar da aynı dili konuşabildiklerini fark ettiler: Çocukça. Hep beraber kayalıklarda yengeç avlamaya çıktılar, balık yakalamaya çalıştılar, beraber yüzdüler, beraber atladılar denize. Bu şahane deneyimi gözlemlemek bana ayrı bir keyif verdi. Zira çocuklarımızın başka kültürleri de tanıyarak, bu kültürlerin bizim kültürümüzden farklılıklarını ve hatta kültürümüz ile benzerliklerini görerek yetişmesinin biz yetişkinlere düşen önemli bir görev olduğunu düşünüyorum.

Mavro Provato'da yerli halk ile birlikte kahvaltımızı yaptık. 

Volissos köyünden güzel bir manzara

Volissos kalesine çıkarken minik bir mola verdik. Çiçekler bulundukları her yeri güzelleştiriyorlar. 

Volissos kalesinin tepesinden manzara böyle gözüküyordu. Bir zamanlar bu bayrağın yerinde şanlı Osmanlı bayrağı dalgalanıyordu sanırım.  

Limnia Limanı'nın güneyindeki sahil oldukça uzundu.



Sahilden başka bir görüntü. Rüzgar olmayınca deniz adeta bir göl dinginliği verdi bize. 

Bu plajdan 17:00 gibi ayrıldık ve biraz daha kuzeye Agia Markella manastırına gittik. Önce manastırı ziyaret ettik, ben burada çocuklara ve eşime manastırın yapılış hikayesini anlattım. Sonra da hemen manastırın yanı başındaki restorana oturduk. Zaten etrafta başka yemek yiyecek bir mekan da yoktu. Bu mekan da bir aile işletmesi. Çocuklar yine mekan sahibinin torunları ile kaynaştılar ve oynamaya başladılar. Ben her mekana girdiğimde yaptığım üzere klasik sorumu sordum. Izgara ahtapot var mıydı ve güneşte kurutulduktan sonra mı ızgaraya atılıyordu. Garson evet dedi ancak biraz sert olduğu için tavsiye etmeyeceğini söyledi. Ben anladım ki, garsonun daha önce bazı müşteriler ile (sanırım Türk turistler ile) bu konu hakkında çok pozitif deneyimleri olmamış. Ben aksine bu lezzete bayıldığımızı söyledim. Bu sefer de menüdeki fiyata sadece bir kol geldiğini söyledi. Açıkçası bu durumu yadırgadım, zira şu ana kadar tüm Yunan adası deneyimlerimizde en az iki kol gelmekteydi. Neyse ahtapotun yanında, kızarmış karides de istedik ve ne kadar isabetli bir seçim yaptığımızı yemek gelince gördük. Ne çimçim karides kadar ufak, ne de jumbolar kadar büyük ama leziz mi leziz tepeleme karides geldi masamıza. Sadece baş kısımlarını ayırdıktan sonra geri kalan kısımlarını afiyetle yedik. Bu karides kızartmanın porsiyonu 8 €'ydu. Yöreden çıkan taze mahsullermiş bunlar. Bunu duyunca yemekten aldığımız lezzet sanki bir kat daha arttı. Yemekten sonra kutsal bir suyun çıktığına inanılan su kaynağına doğru yürümek istedik ancak güneşin batması ile birlikte havanın serinlemesi ile yarı yoldan geri döndük. Sonra harika manzaralar eşliğinde arabamızı sürerek otelimize geri döndük ve ikinci günü noktaladık.

Agia Markella plajından bir görüntü. Burada denize giremediğimiz için üzüldük. Fotoğrafı plajın hemen yanındaki restorandan çektim. 

Agia Markella plajından başka bir görüntü.

Üçüncü günümüzde de güne çok erken başladık. İstikamet bu sefer adanın kuzeydoğusunda kalan Kardamyla isimli köyün meydanıydı. Saat 09:30 gibi meydana vardık. Kısa bir bekleyişten sonra meydanda buluşmak üzere sözleştiğimiz Kiki ve eşi Dmitri geldiler. Kiki köydeki Spilia Studios isimli otelin sahibi ki önümüzdeki iki gün konaklayacağımız mekan da bu oteldi. Ancak sabah buluşma nedenimiz otele gitmek değildi. Bizi çok heyecanlandıran bir etkinliğe gitmek için bir araya geldik. Adanın kuzeyinde kalan Viki isimli köye giderek bu köyde düzenlenen bir mini festivale katılacaktık. Kiki, köyden bir kişinin vefatı nedeniyle etkinliğin iptal edildiğini söyleyince biraz üzüldük ancak Viki'nin batısında Kampia köyünde de benzer bir etkinliğin olduğunu söyleyince sevindik. Yaklaşık yarım saatlik bir araba yolculuğundan sonra Kampia'ya ulaştık. Gittiğimizde köy ahalisi kilisede toplanmışlardı. Bir vaaz ilahi melodiler söylüyor, bilenler ona eşlik ediyor bilmeyenler de sükunetle dinliyorlardı. Biz ortamı kısaca bir gözlemledikten sonra kilisenin hemen yanı başındaki alana geçtik. Ege denizinin kuzeyine bakan, ufukta Midilli adasının gözüktüğü bir yamacın kıyısında olan alanda masalar kurulmuştu. Bir masaya oturduk. Kısa bir süre sonra kilisedeki tören bitti insanlar dışarı çıkarak alana gelmeye başladılar. Bir nevi bayramlaşma törenine şahitlik ediyorduk ve farklı bir kültürde bize çok benzer ögeleri görmenin manevi huzurunu yaşıyorduk. Daha sonra büyük kazanlarda pişen pirinç pilavı ve yine büyük kazanlarda pişen inek eti servis edilmeye başlandı. Ayrıca ciğer sote de geldi masaya. Bu esnada Kiki ile kültürel sohbetimiz tüm keyfi ile devam ediyordu. Bu sohbet sırasında öğrendik ki Yunanca'da da tıpkı dilimizde olduğu gibi "Ciğerimi ye" deyimi varmış. Bu sohbet esnasında katıldığımız etkinliğin bir çeşit hayır etkinliği olduğunu öğrendik. Köyün ileri gelenlerinin finansmanın yaptığı etkinlik kapsamında, alana gelemeyecek kadar yaşlı ya da hastalara da yiyecek ve içecekler evlerinde servis ediliyordu. Etkinlik sonunda bir sepet dolaştırıldı ve herkes gönlünden ne koparsa sepete attı.


Kardamyla köyünün meydanında iki tane taverna var. Buraları deneyemedik ama yemeklerinin lezzetli olduğunu duyduk. 

Adının İlias (İlyas) olduğunu öğrendiğimiz amca kazanlarda pirinç pilavı pişirmiş.

İlyas Amcanın pişirdiği bu etler de çok lezzetliydi. 

Kilisedeki törenden sonra insanlar bu meydandaki çardağın altında toplandılar. Hepsi oldukça şık ve sade bir şekilde giyinmişti. 

Bir süre sonra ortam kalabalıklaştı, insanlar birbirleri ile sohbet etmeye ve yemeklerini yemeye başladılar. Biraz daha beklesek müzik ve dansa da eşlik edecektik ancak plaja gitmek üzere yola koyulduk. 

Bu keyifli deneyimden sonra biz Giosonas plajına gittik. Burada Yoso Beach Bar'a konuşlandık. Yine bizden şemsiye ya da şezlong parası almaya kimse gelmedi. Arabamızı park ederken kimse yanımıza park parası istemek için de yanaşmadı. Adanın genelinde olduğu gibi taşlık bir plajdı burası da. Deniz sanki metrelerce derinliğindeki gizlilikleri göstermek istercesine berraktı. Su altı canlılığı da snorkel deneyimi için oldukça zengindi. Bu plajda akşama kadar vakit geçirdikten sonra otele yerleşmek için tekrar Kardamyla'ya döndük. Otelimiz çok karakteristik özelliklere sahip bir mekandı. Köyün güney yamacındaki tepeye konuşlanmış, beş taş evden oluşan adeta orta çağdan kalma butik bir işletmeydi. Otelin yakınına araba ile gidemiyorsunuz. Bir noktada arabanızı bırakmanız ve sonrasında dik yokuşlardan ve basamaklardan yukarı doğru tırmanmanız gerekiyor. Neyse ki Dmitri bu konuda bize büyük destek oldu. Bizim odamız, daha doğrusu taş evimiz çok şirindi. Alt katta çocukların kalabileceği iki yatak ve minik bir mutfak ile çok minik bir banyo, üst katta da çift kişilik bir yatak. Sonradan öğrendiğimize göre bu taş evler metruk durumdaymış. Dimitri topladığı eski eşyaları sergileyebilmek için müze yapmak amacıyla bu metruk evleri almış ve restorasyona başlamış. Evlerin eski halini görünce, bu işin ancak bir tutkunun eseri olabileceğini anladık ve kaldığımız mekana ve bu eseri ortaya çıkaran Dmitri ve Kiki'ye saygımız bir kat daha arttı.

Giosonas plajı şahaneydi.

Denizin berraklığını anlatmaya kelimeler yetersiz kalıyordu.  

Yoso Beach Bar belli ki canlı dönemde kalabalık bir yerdi. Ama biz sakin dönemini çok sevdik. 



Bir masaldan fırlamış hissi uyandıran, Spilia Studios'taki evin üst kattaki odası. 
Bir masaldan fırlamış hissi uyandıran, Spilia Studios'taki evin üst kattaki odası.


Alt katta, çocukların yattığı yataklardan birisi.


Otele yerleştikten sonra google haritalarda Lagkada olarak gözüken balıkçı köyüne gittik. Minik bir koyda konuşlanmış köyde ufak bir akşam gezintisi yaptık. Yemek yemeyi planladığımız lokantanın adı Nostos'du. İnternette oldukça iyi yorumlar okumuştum bu mekan hakkında. Ancak tam mekana oturacakken, puro içen ve etrafını küçümseyici davranışlarda bazı turistleri görünce (ki maalesef Türk turistlerdi) fikrimi değiştirip, hemen yanındaki lokantaya oturduk. Burada bize genç garsonlar servis yapıyordu. Mekan sahibi olduğunu düşündüğüm 40'lı yaşlarının sonundaki bir adam da uzaktan onları izliyor, gerektiğinde talimatlar veriyordu. Biz lokantadan çok memnun kaldık. Tek hatam mekana ilk girişimde, bu tip lokantalara girdiğimde sorduğum soruyu sormamak oldu sanırım. Izgara ahtapot istedik ancak gelen porsiyon büyük olmasına rağmen, önceden haşlanmış ve sonradan ızgara edilmişti. Burada ahtapota ek olarak, marul salata, kabak kızartma (ki adada bunu enfes yapıyorlar), jumbo karides, midye, deniz mahsullü spagetti ve içeceklere toplam 45 € ödedik. Bence fiyat kalite performansı olarak ideal bir mekandaydık. Yemek sonunda mekanın sahibine neden Nostos'a oturmadığımı söyledim, o da rakibini kötülemek yerine, Nostos'un de iyi bir yer olduğunu belirtti. Ayrıca jest olarak, sakız şekeri olarak adlandırdığım tatlıdan bir kavanoz verdi ve bundan bir kaşık alıp soğuk su dolu bir bardağı içine koyup yiyebileceğimi belirtti.

Güzel ülkemde midye denince akla neden sadece dolması gelir. Şöyle lezzetleri hesaplı bir şekilde sunabilen restoranlarımız yok mu acaba?

Ahtapot lezzetliydi ama önceden haşlandıktan sonra ızgara edilmişti. Biz ahtapotu bu şekilde sevmiyoruz. Önce güneşte kurutulmalı sonra ızgara yapılmalı. Bazı insanlar bu teknikle pişen ahtapotun etinin çok sert olduğunu belirtiyorlar. 

Çoğunluğunu yerli insanları oluşturduğu, sohbet ve muhabbetin devam ettiği tavernalar. 

Dördüncü güne otelimizde müreffeh bir kahvaltı ile başladık. Köye yukarıdan bakan bir terasta, doğallığın içerisinde Kiki'nin tüm samimiyeti ile hazırladığı lezzetleri tatmak çok keyifliydi. Kiki kendi el yapımı dört çeşit reçeli sade ama etkili bir şekilde sundu. Bunlarla birlikte bizdeki aşurenin kuru versiyonunundan ikram etti. Adanın karakteristik yoğurdu ile birlikte gelen bal da lezzetliydi. Sonrasında sahanda yumurta ve istediğimiz kadar çay kahve ile birlikte şahane bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı sırasında Kiki ve Dmitri ile sohbet etme şansını da yakaladık. Otel ile ilgili bilgileri bu esnada öğrendik. Kiki'nin girişimci ve meraklı ruhunu da yine bu esnada daha yakından tanıma fırsatı bulduk. Zira Türkiye'de kilim dokumak için iplik bulup bulamayacağımızı araştırmamızı istedi. Ben kendisinde el dokuma tezgahı olup olmadığını sorunca, Dmitri'nin kendisi için bir tane yaptığını söyledi. Bu karmaşık işin, metruk evleri sanat eserlerine dönüştüren bir adam için zor olmayacağını düşündüm bir an için.

Dmitri her bulduğu fırsatta kitap okuyordu. Bize kahvaltı servisi esnasında bile kaşla göz arası kitap okuyacak fırsatı oluşturmuştu kendine. 

Kiki ve Dimitri ile kahvaltı sonrası sohbetinden.


Kahvaltı sonrası istikametimiz Glaroi Plajı'ydı. Vrontados kasabasının hemen kuzeyindeki bu ufak koy adeta tropik adalardan fırlamışcasına turkuaz rengi denizi ile büyüleyiciydi. Şezlong ve şemsiyelere ilk parayı burada verdik. Şezlong başına 2 € aldılar yanında da bir ufak su ikram ettiler. Bunların dışında kimse bizi tesisten bir şeyler almaya zorlamadı. Ayrıca sezlongda oturmayı değil de sahildeki büyük ağacın gölgesinde oturmayı tercih etseydik (ki yöre halkından olduğunu düşündüğüm bir kaç kişi bu tercihi yapmıştı) kimse bizden para istemeyecekti. Bu koyda sualtı zenginliği snorkel dalışı için bu seyahatimizdeki en keyifli dakikaları yaşattı bana. Bir süre koyda vakit geçirdikten sonra öğle yemeğimizi yemek için efsanevi Muria isimli tavernaya gittik. Bu restoranı adada tek geçerim, masaya gelen bütün lezzetlerin farklı bir yeri var bizde. Tam istediğimiz gibi pişmiş ızgara ahtapot (2 kol), muhteşem hafif ve leziz kızarmış kalamar (2 bütün kalamar),  tavada nar gibi kızarmış çıtır hamsi, büyük bir porsiyon deniz mahsullü risotto ve içeceklerle birlikte 55 € hesap geldi. Ben yemek sonrası mutfağa gidip şefe özel teşekkür ettim. Yemek sonrası büyük bir süpermarkete giderek biraz alışveriş yaptık. Dönüşte de sezonun son deniz deneyimini yaşamak için markete çok yakın (Vrontados'taki Agia Markella otelinin az ilerisinde) bir plajda denize girdik. Yaşadığımız güzel günü değerlendirerek otelimize geri döndük. Otelde çocuklarla Uno oyununu oynadık. Sonra hepimiz kendimizi yataklara attık.

Glaroi plajı turkuaz rengi ile tepeden çekici manzara eşliğinde.

Su o kadar güzeldi ki, ikinci bir fotoğrafı koymaya karar verdim.

Kalamarı adanın başka hiçbir yerinde bu kadar leziz yapamıyorlar. Türkiye'de de maalesef adanın en vasat restoranındakinden daha lezzetsiz kalamarlar yiyoruz. 

Bu nimetleri tadabildiğim için şükrettim. 

Muria restoranın içinden bir görüntü. Bu salaşlığa eşlik eden lezzetlerin düzeyine keşke bizdeki kalburüstü restoranlar da çıkabilse. 

Muria ismini bu ulu ağaçtan alıyor. 


Denize son kez girdiğimiz plaj. 

Ada'daki son sabahımızda  Kiki'nin muazzam kahvaltısı ile güne başlamak bize enerji verdi. Kahvaltı sonrası hemen eşyalarımızı toparlayıp Kiki ve Dmitri ile vedalaştıktan sonra Nea Moni Manastırını görmek üzere yola koyulduk. Zira mekan 13:00 - 16:00 arasında kapalı.  Manastır adanın görülmesi gereken tarihi yerlerinden birisi bence. Unesco dünya mirası olarak listelenen 11. yüzyıldan kalma bu manastırda, çocuklarımın tabiri ile "eski insanların" yaşayışlarını gözümüzde canlandırabilmek keyifli bir deneyimdi. Mekanı gezmenin yanı sıra, internetten ve broşürlerden edindiğim bilgileri ailem ile paylaşmak harika bir deneyimdi. Yaklaşık bir saatlik bir ziyaret bizim için yeterli oldu. Sonrasında feribotumuzun da kalkacağı adanın merkez kenti konumundaki Chios Town'a indik. Pazar günü olduğu için hemen hemen bütün dükkanlar kapalıydı. Sadece liman bölgesinde yemek mekanlarının ve turistik eşya satan dükkanların bazıları açıktı. Adadaki son yemeğimizi Muria'da mı yesek acaba diye düşündük ancak 10 dakikalık araba yolculuğu gözümüzde büyüdü ve limandaki Tsikouda isimli mekana geçtik. Burada oldukça iyi Türkçe konuşan bir garson bize hizmet etti. Keyifli bir yemekten sonra feribotumuza bindik ve Çeşme'ye geri döndük.

Kiki'nin büyükannesi Çeşme doğumluymuş. Dmitri'nin de büyükannesi Ildır doğumluymuş. Kader bu insanları Sakız adasında birleştirmiş. Kırkım şenliklerinde onları Karaburun'da ağırlamayı düşünüyoruz. 

Manastırın ana kilisesinin içinde. 

Manastıra farklı bir bakış açısı. 
Manastırın sokaklarında gezinmek bizi tarihte geçmişe bir zaman yolculuğu yapmışız hissini verdi. 


Nea Moni Manastırına son bir bakış. 

Kapanış yemeğini yediğimiz mekan. 

Sonuç olarak, adada geçirdiğimiz 4 gece 5 gün tam istediğimiz gibi geçti. Biz tatillerde bir otele kapanıp her şey dahil anlayışı yerine farklı lezzetleri ve farklı yerleri keşfetmeyi seviyoruz. Daha önce iki kere geldiğimiz Sakız Adası'nın diğer yerlerinde olduğu gibi adanın orta ve kuzeyinde de kendimi huzurlu ve ferahlamış hissettim. Kültürlerimiz arasındaki farklılıklardan çok benzerliklere odaklanınca yaşadığım hisler bana ayrı bir keyif verdi. Anavatos ve Avgonyma köylerini detaylı ziyaret edemedik, onları da bir sonraki sefere bıraktık. Umarım adanın bu kendine has özellikleri bozulmaz ve Sakız hemen yanı başımızda bize farklı bir tatil alternatifi olarak kalmaya devam eder.