23 Ekim 2013 Çarşamba

MiDİLLİ'DE NE YAPILIR? Bölüm 3 - Üçüncü Gün - SON

Midilli'de Üçüncü Gün - Son

Midilli (Lesvos) Adası'ndaki üçüncü ve son günümüzde yoğun bir programımız vardı. Güne erken uyanıp otelimizde mütevazi ama keyifli bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı ücreti kişi başı 6 avroydu. Sınırlı bir açık büfe, portakal suyu ve sınırsız çay kahve servisi bize fazlasıyla yetti.

Kahvaltımızı bu şirin alanda yaptık iki gün boyunca. Sofia Hanım otele ek
bir bina yaptırarak kahvaltı alanını genişletme çalışmasının başladığını söyledi. 

Daha sonra arabamıza atlayıp yola koyulduk. Nihai istikametimiz adanın ünlü kasabası Molivos'tu. Molivos adanın kuzeyinde, bizim kaldığımız Gera Körfezi'ne yaklaşık bir buçuk saatlik araba sürüşü mesafede bir turizm merkezi. Yolda önce eti ile ünlü Agia Paraskevi köyünden geçtik. Arkadaşlarımız Efe ve Aylin daha önce burada yedikleri eti anlata anlata bitiremediler. Adada deniz ürünlerinin yanısıra et kültürü de çok gelişmiş. Bir dahaki gelişimizde uğramak ve etlerin tadına bakmak üzere bu köyü notlarımız arasına alıp yola devam ettik. İki arabanın bile zaman zaman sığamayacağı dar ve virajlı yolları kat ederek Mantamados kasabasına ulaştık ve burada bir mola verdik.


Mantamados adanın kuzeydoğusunda peynir, bal, zeytinyağı ve seramik eşyalar gibi tarım, hayvancılık ve daha birçok ürün ile nam yapmış büyük bir köy. İsmini de Tükçe manda (büyükbaş hayvan) kelimesinden alıyor. Burada köy merkezinde bir süre yürüdük ve çarşılara girdik çıktık. Seramik ürünler yapan bir dükkanda, yeni bir ürün üzerinde çalışan 2. kuşak dükkan sahibi ve dükkanı işleten kızıyla sohbet ettik. Arkadaşlarımız bu dükkandan güzel bir saksı ve saksı altılığı beğendiler. Daha sonra adanın ününü çok duyduğumuz yoğurdundan tatmak için ufak bir mandıraya uğradık. 


Mantamados köyüne genel bir bakış


Mantamados gibi bir köyde bile kültür merkezi yapmışlar, önünde
fotoğraf çektirmemek olmazdı

Mantamados'tan sonra yine dar, virajlı ama bir o kadar da sürüş keyfi yaşatan yolları aşıp Skala Sikamineas isimli büyüleyici sahil köyüne ulaştık. Arabamızı köyün girişindeki ücretsiz otoparka koyduktan sonra sahile yürüdük. Sahilde karşımıza bir tepeye kurulmuş ufak bir kilise çıktı. Kiliseyi görmek için tırmanıp aşağıya denize doğru baktığımızda denizin berraklığı ve temizliği içimizi ferahlattı. Hemen sonra snorkellerimizi alıp mayolarımızı giyip denizin altını keşfe çıktık. Su çelik gibi soğuk dedikleri cinstendi ancak denizin altındaki zenginliğin cazibesine kapılarak soğuk sudan hiç şikayet etmedik.

Bu kadar yüzmeden sonra karnımız acıkmıştı. Bu köyün ıstakozlu yemeklerinin meşhur olduğunu duymuştuk. Limandaki lokantalardan birisine oturduk, garson yarı Türkçe yarı İngilizce bize spesyallerinin ıstakozlu spagetti olduğunu anlattı. Biz de siparişi verip merakla beklemeye başladık. Bu arada masaya muazzam lezzetli bir ekmek geldi, zeytinyağına bana bana hemen öğüttük. Bundan yıllar önce Amerika'dayken ünlü Red Lobster zincir restoranlarının birinde ıstakoz yemiştim. Yemeğe birlikte gittiğim arkadaşlarım bana uygulamalı olarak ıstakozu mundar etmeden nasıl yeneceğini göstermişti. Ancak bu deneyimin üzerinden çok zaman geçtiği için ve masadaki diğer hiç kimse daha önce ıstakoz yemediği için tedirgin bir bekleyiş aldı bizi. Bir süre sonra ıstakoz tüm ihtişamı ile masamıza geldi. Çok keyifli bir öğle yemeği deneyimiydi. 

Yemekten hemen önce, eşimle restoranın arka tarafındaki koyu görmek istedik. 2 dakikalık bir yürüyüşten sonra koyun önüne geldik. Deniz durgun, ağaçlar dingin, hava harikaydı. Biz denize doğru bakarken, hemen yanı başımızda tekerlekli sandalyede oturan bir hanımefendi de denize bakıyordu. Bizim Türkçe konuştuğumuzu anlayınca bize "İyi bayramlar" dedi. Biz de kendisinin bayramını kutladık. Sonra kendisi adaya ilk defa geldiğinden ve adayı çok sevdiğinden bahsetti. Bu arada fark ettik ki, etrafında 3 kişi kendisine yardımcı oluyordu. Hanımefendinin siması eşime çok tanıdık gelmişti. Eski hastalarından birisi olup olmadığını anlamak için nereden geldiğini merak edip sordu. Kadın İstanbul deyince, eşim daha önce Büyükçekmece Devlet Hastanesi'nde görev yaptığı için "Büyükçekmece tarafından mı?" diye ekledi. Kadın ise Levent tarafında oturduğunu ama yazları Florya kışları da Beylerbeyi tarafında akrabalarını çok ziyaret ettiğini belirtti. Bu cevaplar eşimi tatmin etmemişti, illa hanımefendiyi nereden tanıdığını öğrenmek istiyordu. Bir kez daha "Simanız çok tanıdık geliyor, sizi nereden tanıdığımı çıkarmaya çalışıyorum" dediğinde, hanımefendi olanca zerafeti ile şu cevabı verdi: "Ben rahmetli Sakıp Sabancı'nın kızı Dilek Sabancı, belki o vesileyle biliyor olabilirsiniz." Denklem çözülmüş, yüzümüze tatlı bir tebessüm yayılmıştı. Kendisi ile bir süre daha sohbet ettikten sonra restoranımıza geri döndük. 

Minik bir tepeye kurulmuş kilise. Bu kilisenin etrafındaki sularda deniz kestanelerinden irili ufaklı balıklara birçok zenginliği şnorkel dalışımız sayesinde görme fırsatı bulduk 
Adada ahtapotu yumuşatma yöntemi olarak asarak güneşte kurutma yapıyorlar.  Daha sonra zeytinyağı ile birkaç saat marine edip direk ızgaraya atıyorlar. Daha detaylı bilgi için: Şu blog yazısını tavsiye ederim


İşte masamızı şenlendiren ıstakoz. Bu güzellik yaklaşık 1100 gr ve fiyatı da 60 avroydu. Altındaki spagetti ile dördümüzü de doyurmaya yetti


Istakozumuzun başka bir açıdan fotoğrafı. Aslında servis edilirken makbül yöntem bir bütün olarak servis edilmesi. Ancak kolaylık olsun diye tam ortadan ikiye bölünmüş olarak geldi masamıza. 


Istakozumuzu ayıklama aşamasında bir cerrah titizliğinde çalıştık

Bu keyifli öğle yemeğinden sonra kasabanın doğusundaki Kagia (Kaya) Plajı'na gittik. Plaja vardığımızda, deniz ve doğa bizi tüm bakirliği ile bekliyordu. Hiçbir yapılaşmanın olmadığı, taş ve ufak kayalardan oluşmuş plajda, ağaçların altına havlularımızı attık. Az ilerimizde iki Amerikalı kadın birbirleri ile yüksek sesle sohbet ediyorlardı. Ortam o kadar sessizdi ki, istemesem de konuşmalarına kulak misafiri oluyordum. Bir süre sonra bir kez daha anladım ki, hayat hangi coğrafyada olursa olsun benzer şekilde akıyordu. Kaygılar, heyecanlar, ihtiraslar hep birbirine benziyor. 

Bir süre sahili izledim. Denizde, çok da uzak olmayan bir mesafede bir hareketlilik oldu. Bu hareketliliği fark eden insanlar dikkatlerini bu yöne çevirdiler. Ben de o sırada yanımda olan arkadaşım Efe ile denize baktığımda, iki tane yunusun atlaya zıplaya denize paralel bir şekilde ilerlediğini gördüm. Nefes kesici bir manzaraydı. Bir süre sonra Efe ile snorkel dalışı yapmaya karar verdik. Bir yandan da tedirginlik duyuyorduk açıkçası, ya yunuslarla burun buruna gelsek ne yapacaktık? Merakımız heyecanımızı yendi ve keşfe çıktık. Benim snorkel geçmişim çok yok, ancak şu ana kadar yaptığım keşiflerin en muazzamıydı. Binlerce balık, tertemiz suda etrafımızda usul usul yüzüyordu. Tam anlamıyla huzuru hissettiğim anlardan birisini yaşamaya başladım. Kıyıya dik bir şekilde ilerlemeye başladık. Öyle bir noktaya geldik ki, gördüğümüz manzaradan dolayı nefeslerimiz kesildi adeta. Sanki denizin sahile yakın kısmı bitmiş, bir çizgi çekilmiş ve ikinci kısım başlıyordu ve burası Stardust filmindeki duvar gibi, başka bir dünyaya açılıyordu. . Bir uçurumun kenarındaydım sanki. Saat 17:00 sularıydı, güneş ışıkları hüzmeler halinde belli bir açı yaparak, denizi yaran mızraklar gibiydi. Aşağısı ise zifiri masmavilikti. Ancak denizin dibini göremiyordum. Ürktüm daha fazla ileriye gitmeye. Sanki o sınır çizgisini geçsem, aşağıdan bir varlık çıkacak beni çekecek, ya da varlığa bile ihtiyaç olmadan ben kendi kendime aşağıya doğru çekilecektim. Yaşadığım deneyim tek kelime ile nefes kesiciydi. 


Skala Sikamineas kasabası ve hemen yanı başındaki Kagia (Kaya) Plajının uydu görüntüsü


Bu eşsiz deneyimin hemen ardından kıyafetlerimizi giydik ve ünlü Molivos kasabasına doğru hareket ettik. Elimizdeki haritaya göre Molivos'a deniz kenarındaki yoldan daha kısa sürede ulaşılabiliyordu, ancak restoranda fikrini sorduğumuz garson, o yola girmeyin cevabını İngilizce söyledikten sonra Türkçe bir kelime patlattı: TOPRRAK. Dolayısı ile biz de daha uzun yol olan dağ yolunu tercih ettik. Skala Skamineas'tan henüz ayrılmıştık ki bizi ileride eşsiz manzaraların bekleyeceğini anladık. Yol kenarında durduk, bu şirin kasabaya selamımızı çaktık, arabanın teybine Yunan müziğini yerleştirip, Efe ile yol kenarında sirtaki yaptık. 

Molivos'a vardığımızda gün batmak üzereydi. Günü batırmak için en uygun yerin kasabanın kalesi olduğuna karar verip, kaleye doğru tırmanmaya başladık. Hakikaten de kaleden manzara büyüleyiciydi. Cenevizliler tarafından yapılan ilk kale daha sonra Osmanlı adayı fethettiğinde, güçlendirilmiş ve muazzam bir büyüklüğe ulaşmış. Zaten bizim gezebildiğimiz kısımlar Osmanlılar tarafından inşa edilmiş kısımlardı. Bir ara surların üstüne çıkıp, ceddimin adayı zapt etmek için hangi yoldan geldiğini, ne kanlı vuruşmalardan sonra kaleyi fethettiğini hayal etmeye çalıştım. Geçmişe kısa bir yolculuk gibiydi hissettiklerim. 


Bu manzaraya bakarak, yol kenarında araba teybinden gelen notaların eşliğinde sirtaki yaptık. 


Molivos Kalesi ilk Cenevizliler tarafından yapılmış, Osmanlı adayı fethedince kaleyi büyütüp güçlendirmişler. 


Molyvos'a gelir gelmez gün batımını yakalamak içi ünlü kalesine tırmandık, bir zamanlar Osmanlı bayrağı çekili gönderde, Yunan bayrağı usul usul dalgalanıyordu. 


Kaleden bu manzaraya bakarak, geçmişe kısa bir yolculuk yaptım. 

Kaleyi ziyaretimiz sonrası kasabanın dar ve yokuşlu sokaklarından inerek, limana ulaştık. Limandaki bütün restoranların tamamı doluydu ve turistlerin büyük çoğunluğunun Türkçe konuştuklarını duyabiliyordum. Biz limanın sonunda doğru Captain's Place isimde,  bir İrlandalı tarafından işletilen bir mekana oturduk. Yine deniz mahsülleri ile dolu bir yemeği güzel sohbet eşliğinde bitirdikten sonra 1.5 saatlik bir gece yolculuğu sonrasında otelimize ulaştık. 

Ertesi gün çok erken kalktık, Sofia Hanım ve güzel mekanı ile vedalaşıp, zeytin ağaçlarına son bir bakış atarak 3 günlük Midilli turumuzu noktaladık ve bizi Ayvalık'a götürecek feribota binmek üzere limanın yolunu tuttuk. 


Dar ve yokuşlu Molyvos sokakları çiçeklerle hoş bir manzara oluşturuyor


Molyvos sokaklarında yürürken


3 günlük Midilli gezimizi bu manzaraya veda ederek bitirdik.


28 Ağustos 2013 Çarşamba

MiDİLLİ'DE NE YAPILIR? Bölüm 2 - İkinci Gün

Midilli'de İkinci Gün

Midilli (Lesvos) Adası'ndaki ikinci günümüze otelin yanıbaşındaki zeytinlikte yaşayan eşeğin anırmasıyla uyandık. Bu sese kuşlar da cıvıltıları ile eşlik ediyordu. Odamızın balkonundan zeytinliklere doğru bakıp kolumu iki yana açıp derin derin nefes aldığımı hatırlıyorum. Sonra kahvaltıyı otelde yaptık. Mütevazi ama sağlam bir kahvaltıdan sonra yola çıktık. Henüz fazla uzaklaşmamıştık ki bir tabela gözümüze çarptı. Bir zeytinyağı fabrikasını müzeye dönüştürmüşler, ilginç olabilir dedik ve levhayı takip etmeye başladık. İyi ki de öyle yapmışız. Yaklaşık bir buçuk saat süren keyifli bir anı oldu bu ziyaretimiz.

Fabrikanın içini gezdikten sonra avlusunda da bir süre oturup durum değerlendirmesi yaptık. Bu fabrikada emeği geçen insanları andık. Neden bilmiyorum insanların burada zamanında huzur içinde çalıştıkları izlenimine kapıldım.

İşte bu levha bizi yoldan çıkardı. Papados'taki zeytinyağı fabrikasını
müzeye dönüştürmüşler. 

Fabrika müzeye dışarıdan bir bakış

Müze'nin girişi. İnsanı rahatlatan bir atmosfer yaratmışlar. Raflarda gözü yormayan bir ışıklandırma
eşliğinde eski ambalajları sergilemişler. Fotonun sol altındaki iki şişede halis mulis zeytinyağı
vardı ve mis gibi kokuyordu. 

Halatlar yukarıda silindirlere bağlanıyor. O silindirleri döndürme gücü fabrika
ilk kurulduğu yıllarda buhar gücünden geliyormuş. Daha sonra büyük bir dizel
motor yatırımı yapılmış. 

Üretilen zeytinyağı yer ile bütünleşik bu büyük küplerde depolanmış. 


Müze ziyaretinden sonraki hedefimiz Plomari kasabasıydı. Plomari'nin hemen girişindeki Barbayanni ailesine ait uzo fabrikasını ziyaret ettik. Ben teknolojik bir üretim merkezi beklerken karşıma çok da gelişmiş olmayan bir tesis çıktı. Önce üst katta bir nevi "showroom" olarak kullanılan mekanda fabrika ortaklarından birisi ile sohbet edip anı defterine bir iki cümle karaladık. Sonra alt kattaki üretim merkezine indik. Şişeleri elleri ile silip paketleyen çalışanlar gözümüze çarptı. Arka tarafta da damıtma işleminin yapıldığı sistemler ve depolama kazanları vardı. Bizdeki gibi bilye kapak henüz buralara uğramamış. Sanırım sahte içkiden ölen olmamış şimdiye kadar adada. Çalışanlarla sohbetimizi yaptıktan sonra fabrikaya çok yakın, Plomari'nin ünlü plajı Agios İsidoros'a gittik.

Barbayanni markalı Uzo'nun fabrikasından bir görüntü. 


Ayak fotosuz tatil olmaz diyenlere gelsin.
3 kilometreden uzun Agios İsidoros plajından 

Plajda bir süre vakit geçirdikten sonra karnımız acıktı ve Muria isimli tavernaya doğru yola çıktık. Aldığımız tariflere göre plaja çok yakındı. Ama biz 5 dakika araba kullanmamıza rağmen ulaşamamıştık. Geri dönüp yol üzerinde bulduğumuz bir yere girelim derken bir anne ve iki çocuğu bizim gittiğimiz istikamete doğru yolda yürüyorlardı. En yakın yerleşim merkezi bizim çıkış noktamız olan plajdı ve öğlen sıcağında bu insanların yoldan yürümelerine gönlümüz razı olmadı (Yoldan başka yürüyecek alanları da yoktu). Arabamıza binme teklifini kabul ettiler. Tarzanca anlaştık zira hiç İngilizce bilmiyorlardı. Zaten çocuklar 5 ve 10 yaşlarındaydı sanırım. Annenin yüzündeki minnet ifadesini çok net hatırlıyorum. Biz Murya Taverna nerede işareti yapınca kadın da önüne gelince ben size söylerim işareti yaptı.

Muria'yı niye ıskaladığımızı oraya varınca anladım. Zira bizim köy kahveleri kıvamında bir yerdi ve hiçbir tabelası yoktu. Arabayla giderken mekanı görmüştüm ama orada yemek yenebileceğini aklıma getirmemiştim. Masamıza önce harika bir ekmek geldi, zeytinyağına banarak tükettik gelen ekmeği. Ardından kabak çiçeğinin içine peynir koyarak hazırladıkları bir yemeği tattık. Ayrıca adadaki ilk ızgara ahtapot siparişimizi verdik. Ahtapotları vantuzlarını ayırmadan ızgara ediyorlar. Enfes bir lezzetti. Menülerde sürekli gördüğümüz Gavros isimli balığı da denemek istedim. Gele gele hamsi balığı geldi. Çıtır çıtır yedim, özlemişim hamsiyi.


İşte adada tatmayı çok istediğim lezzetlerden bir tanesi: Ahtapot ızgara. Uçlarını
biraz kurutmuşlardı ama olsun. 

Yemeğimizi yedikten sonra plaja geri döndük. Biraz siesta ve kitap okumadan sonra Efe ile tahta raketlerle plaj tenisi oynadık. Yine snorkellerimizi takıp denizin altını keşfe çıktık. Güneş etkisini kaybetmeye başladığında üstümüzü değiştirip plaja 5 dakika mesafedeki şehir merkezine yani Plomari'ye gittik. Plomari'nin girişinde geniş bir otopark var. Diğer tüm otoparklar gibi burası da ücretsiz. Plomori'nin ufak çarşısını turladık, kayda değer birşeyler görmedim açıkçası. Hatta belki abartmak olacak ama hayalet kasaba izlenimi verdi bana bu küçük yerleşim birimi. Sevgili eşim dükkanların birinden kadın birlik kooperatiflerinin ürünleri olan reçellerden birkaç kavanoz aldı.

Şehir turumuzu attık, bir saat on beş dakika süren araba yolculuğundan sonra otelimize geldik. Kısa bir dinlenmenin ardından bir önceki akşam çok memnun kaldığımız Kostas'ın yerine gittik yine. Kostas bizi girişte karşılamadı bu sefer, bunlar artık devamlı müşteri oldu diye düşündü heralde :)
























20 Ağustos 2013 Salı

MİDİLLİ'DE NE YAPILIR? Bölüm 1 - Birinci Gün

Çocuklarımız hayatımıza girdiğinden beri (yani yaklaşık 5 senedir) eşimle başbaşa geçirdiğimiz zaman sayısı çok kısıtlıdır. Bu nedenle bayram tatilinin gelmesini uzun zamandır dört gözle bekliyordum zira Midilli Adası'na çocuklarımız yanımızda olmadan gitme planlarımız vardı. 
Çok şükür bu planımızı bir aksilik olmadan gerçekleştirebildik. Bu noktada anne ve babama teşekkür eder ve bu süreçte çocuklara baktıkları için minnet duyduğumu belirtmek isterim. Allah onları başımızdan eksik etmesin. 

Arefe günü yolculuğumuz sabah 06:00'da başladı. Tehlikeli olmayan yüksek bir tempoyla yaklaşık 2 saatte İzmir'den Ayvalık'a vardık. Feribotumuzun kalkış saati 09:00'dı. Ancak iskeleye vardığımızda boşuna acele ettiğimizi anladım. Çünkü pasaport kontrolündeki iki görevli saat 08:30'da işbaşı yapıyormuş. Feribota binecek herkesin işlemlerini yapmaları 1 saat 45 dakika sürdü ve biz 75 dakikalık gecikmeyle Midilli'ye doğru yola çıktık.

Pasaport kontrol için oluşan uzun sırada beklemenize gerek yok.
 Feribotlar sıra bitmeden hareket etmiyor, uçak gibi değiller.
 Sıradaki bu kadın da beklediği 45 dakika boyunca çantalarını yere indirmedi ,
hep üstünde taşıdı.
Bunun yerine yan taraftaki cafede sabah güneşinde çay içip gazetenizi okuyun. 

Pasaport işlemi için uzun bir kuyruk oluştu bu sırada. Ancak bence kuyrukta beklemek yerine İskele'deki mütevazi kafede oturabilirsiniz, feribot herkesi almadan kalkmıyor. Ayvalık'tan Midilli'ye sefer düzenleyen iki firma var. Turyol (www.turyolonline.com) ve Jale Tur (www.jaletur.com). Biz biletlerimizi internet üzerinden Turyol'dan aldık. Herhangi bir sıkıntı yaşamadık. Yeşil pasaportumuz olduğu için önceden vize almamıza da gerek kalmadı. Ancak hususi pasaportlara da Yunan iskelesinden kapıda giriş vizesi verildiğini öğrendik (fiyatı da 30 € diye duydum.). Bu arada belirtmek istediğim bir nokta daha var: Pasaportunda KKTC giriş damgası olan Türk vatandaşları adaya giriş yapamıyor. Konuyla ilgili Hürriyet Gazetesi'nden Fatih Çekirge'nin yazılarını okuyabilirsiniz. Gerçi Yunanistan'ın yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla bu uygulama anladığım kadarıyla eskisi kadar katı uygulanmıyor


Midilli'de Birinci Gün
Yaklaşık bir buçuk saat süren keyifli bir feribot yolculuğundan sonra adaya vardık. Feribot deyince gözünüzde büyütmeyin, Turyol'un Eminönü-Kadıköy seferini yapan teknelerden birisiyle yolculuk yapacaksınız. Adada bizi kadim dost Efe ve eşi Aylin karşıladı. Onlar 3 gün önceden adaya gitmişlerdi. Valizimizi Efe'nin önceden kiraladığı arabaya attık. Bu arada özellikle bayram seyran gibi dönemlerde adaya gitmek isterseniz arabanızı çok önceden kiralayın. Bu işi son dakikaya bırakırsanız araba bulmanıza imkan yok. Arabanız yoksa da Midilli'ye gitmenin pek bir anlamı yok bence (Tabi ne istediğinize göre değişir bu). 

Midilli Adası Yunanistan'ın Girit ve Eğriboz'dan sonra 3. en büyük adası, Ayvalık'ın batısında yer alıyor. Adaya Yunan halkı Lesvos diyor. Ada irili ufaklı pekçok yerleşim biriminden oluşuyor. Baş şehri ve bizim ayak bastığımız ilk yerleşim merkezi Mytillini. Bu isim benzerliğinden dolayı biz Türkler adaya Midilli adını vermişiz.

Midilli Adası ya da Yunanlıların dediği gibi Lesvos adası irili ufaklı pekçok köy ve kasabadan oluşuyor.


Kadim dost Efe ve sevgili eşi Aylin.
 Bizim gidişimizden 3 gün önce adaya gidip ön keşif çalışmaları yapmışlardı.
Beraber vakit geçireceğimiz 3 günün planlamasını yaparken çok ciddiydik. 

Mytillini'nin çarşısında dolaşmaya başladık. Dükkanlara girdik çıktık. Çünkü dostlarımızın verdiği bilgiye göre öğlen belli bir saatten sonra insanlar siestaya çıkıyor dolayısı ile dükkanlar da kapanıyormuş. Dükkanlardan ziyade benim dikkatimi çeken iki yapı oldu. Birincisi Yeni Cami. 1825 yılında Osmanlı tarafından yaptırılan bir cami ama şimdilerde kaderine terk edilmiş. İkincisi de Osmanlı Bankası'nın şubesinin bulunduğu bina (bugünlerde postane olarak kullanılıyor, ancak hala girişinde 1800'lerin sonlarından kalma Osmanlı Bankası yazısı duruyor.). Bu arada ek bir bilgi, pek çoğumuz Osmanlı Bankası'nın Osmanlı tarafından kurulduğunu sanır. Ancak aslında banka İngiliz sermayesi ile kurulmuş daha sonra Fransızlar'a da kuruma ortak olmuş.

Bu kadar tarihi bilgi yeter. Sonuçta yaklaşık bir buçuk saat dolaştıktan açlığımızı bastırmak için daha önceden belirlediğimiz Kalnterimi isimli restoranı bulduk. Bu restoran şehrin ara sokaklarından birinde, çoğu Midilli lokantası gibi gösterişten uzak sade bir mekan. Masalarından bazılarını sokağa koymuşlar ki şiddetle bu masalarda oturmanızı tavsiye ederim. Lokantanın iç atmosferi de hoş ancak sıcak yaz gününde içeride oturmaktansa dışarıda oturmayı tercih edenlerdenim. Neyse hemen siparişimizi verdik. Grek salatası, taze fasülye, ızgara kalamar önden geldi. Arkadan da sardalya balığı geldi. Hepsi çok lezzetliydi. Grek salatası dediğimiz olay, aslında bizim çoban salatasının bir benzeri. Bizde malzemeleri ince ve küçük kesip dilimlemek makbülken Grek salatasında malzemeler büyük ve iri kıyım kesiliyor. Ancak tüm malzemenin (genellikle domates, salatalık, biber ve kırmızı soğan) üstüne Feta Peyniri dedikleri (Bahçıvan markasının beyaz peynirine çok benzeyen bir lezzet) lezzeti kalın bir dilim olarak koyup, üstüne zeytinyağı ve biraz kekik koyuyorlar.

Kalnterimi Restoran'ın giriş kapısı. Sokakta oturduğum masadan kalkmadan çektim bu fotoğrafı


Grek salatasını salata yapan üstündeki Feta peyniridir. 

Bu muhteşem tabak bir lezzet harikası (Kalamar Izgara).
 Affedersiniz fiyatı sadece sekiz avro.
 Türkiye'ye döndükten sonra kalamar ızgara ve tavadan bir keyif alamadım.


Bu yemekte beni en çok etkileyen tabak kuşkusuz kalamar ızgara oldu. Kalamarı bütün olarak hazırlayıp ızgaraya atıyorlar. Bizdeki gibi halkalara bölüp lezzetini dağıtmıyorlar. Daha sonra başka restoranlarda kızartmasını da yedik, o da bir bütün olarak servis ediliyor. Türkiye'de kalamar tava yerken, mısır ununun lezzetini alırsınız, burada kalamarın o eşsiz lezzetine doyduk adeta.

Yemeğimizi afiyetle yedikten sonra yola koyulduk. Hedefimiz havaalanı yakınlarındaki Aya Ermogenis plajıydı. Yolda yönümüzü kaybettik ancak sora sora nihayet istediğimiz plajı bulduk. Arabamızı biraz yukarıya park ettikten sonra bir yokuştan aşağıya yürüyerek plaja ulaştık. Plajda 4 boş sezlong ve iki şemsiye bularak yerleşimimizi yaptık. Dikkatinizi çekerim bu aşamaya kadar ne otoparkta ne de plaja girerken yanımıza yaklaşıp "Abi hoşgeldiniz. Giriş ücreti şu kadar. Şemsiye kirası bu kadar, şezlong kullanımı o kadar" diyen olmadı. Geçireceğimiz üç günde anlayacağımız gibi adanın bütün plajları bizimdi.

Öğle yemeği rehaveti sonrasında biraz şezlonglarda uzandıktan sonra temiz ve berrak Ege Denizi'nde yüzdük. Snorkellerimizi taktık ve denizin içini de keşfetmeye çalıştık. Deniz canlılığı açısından çok da zengin olmayan bu koyda tahminimizden uzun vakit geçirdik. Bu arada fark ettim ki Yunan gençleri plajda birlikteyken hep bir aktivite yapıyorlar. Tahta tenis raketleriyle plaj tenisi oynayanlardan, çeşitli kart oyunları oynayan onlarca genç gördüm. Yani boş boş oturup bir güneşlenelim demiyorlar plajda vakit geçirirken.

İlk gün gittiğimiz plajdan. Bu plajın yanı başındaki lokanta da fena durmuyordu.
Bir sonraki gidişimiz için notumuzu aldık. 


Deniz temiz ve berrak. 

Artık otelimiz bulma ve odalarımıza yerleşme zamanı gelmişti. Yola koyulduk. Gera's Olive Grove isimli otelimiz adanın güneyinde, Gera körfezinin batı yakasındaydı. Yaklaşık 45 dakikalık araba yolculuğundan sonra otelimiz bulduk. İlk andan itibaren büyülendik. Otel geniş bir zeytinliğin içerisine konuşlanmış butik bir oteldi. Bizi Türkçe bilen bir hanımefendi karşıladı. Kendisi otelin sahibi ve işletmecisi Sofia Hanım'mış. İstanbul'da doğmuş, 12 yaşında Yunanistan'a göçmüş. Keyifli bir sohbetin akabinde zeytin ağaçlarının arasından yürüyerek odamıza ulaştık. Odamız aslında 3 kişilik bir oda, rezervasyon yaptırırken 2 kişilik oda kalmadığı için mecburen seçmiştik. Ama iyi ki de böyle olmuş, geniş ve ferah , iyi dekore edilerek doğal bir taş evin içindeymişsiniz izlenimi veren ve harika bir balkonu olan bir odaydı. Bir süre dinlenmeye çekildik. Bu sırada cırcır böceklerinin ve etrafta dolaşan keçilerin boyunlarındaki çıngırakların sesi birbirine karışıyor, bize huzur veriyordu.


Odamızın geniş balkonu. İyi seçilmiş mobilyalar hem görüntü olarak keyif
veriyordu hem de çok rahatlardı. 


Odamızın balkonundan gördüklerimiz. Zeytin ağaçları.
Yukarıya baktığımızda ise gündüzse masmavi geceyse yıldızlarla dolu gökyüzünü görüyorduk. 


Otelin önündeki plaj. Burası Gera körfezi. Deniz adanın diğer yerlerindeki kadar berrak ve net değil.
Ancak temizliğinden şüphem yok. Bu tatildeki anlayışımız
 otele kapanıp vakit geçirmek olmadığı için burada denize girme fırsatımız olmadı. 


Kısa dinlenmenin ardından yemek için harekete geçme vakti geldi. Sofia Hanım'a bize bir yer tavsiye etmesini istedik, otele yakın bir taverna ismi söyledi. Şimdi bu tavernanın yeri aklıma gelmiyor. Taverna deyince sizin de aklınıza tabakların çalındığı, şarkıların söylendiği mekanlar gelmesin. Yunanlılar orta halli lokantalara tümden taverna diyorlar. Biraz üst düzey bir mekan olduğunda orası artık taverna değil restoran oluyor Yunanlılar için. Gittiğimiz taverna, girişinden itibaren bizi çok etkiledi. Şimdi düşündüğümde keşke mekanın resimlerini de çekseymişim diyorum ancak biz yemeklere odaklandık çok. Mekan yine yeşilliklerin içerisinde, ağaçların altında, kırmızı beyaz ekose masa örtülü  masalardan oluşan bir aile mekanı. Zaten çoğu taverna aile işletmesi şeklinde çalışıyor. Baba patron, anne aşçı. Çocuklar kuzenler falan da garson, bulaşıkçı. Mekana giren müşteriyi genelde patron karşılıyor. Bizi karşılayan sakallı abimizin adı Kostas'mış. Bize sempatik geldi. Biraz muhabbetten sonra siparişlerimizi verdik. Octopus in Vinegar yani sirkede ahtapot çok lezzetliydi. Vantuzlarını soymadan sirkeli bir karışımın içinde karabiber taneleri ile geldi. Enfesti. Öğlen yediğimiz kalamardan o kadar etkilenmiştik ki bu sefer de kızartmasını söyledik. Yediklerimiz bize müthiş keyif veriyordu. Sohbetimiz de harikaydı. Efe'lerin getirdiği Trivial Pursuit isimli bilgi yarışmasını da oynadık kendi aramızda. Son gelen meyve tabağı ile keyifli günümüzü noktaladık ve otelimize döndük.



12 Nisan 2013 Cuma

İZMİR'DE BİR BAHAR GÜNÜ RÜYASI

Blog sayfamı uzun zamandır ihmal ediyordum. Yoğun tempolu iş hayatı, en az iş hayatı kadar yoğun bir ev hayatı (evli ve iki çocuklu olduğumun altını çizmek istiyorum burada) ve bunların üstüne bir de eğitim hayatı olunca bu ihmalkarlığımı rasyonalize edebiliyordum kendimce. Ancak geçtiğimiz haftasonu özellikle de Pazar günü ihmal edilemeyecek kadar keyifli anılarla dolu öyle güzel bir gün geçirdim ki, bu günü tarihe not düşmem gerektiğine inandım.

Aslında sabah çok keyifli başladı. Bir devlet memuru titizliğiyle her sabah saat 8 gibi uyanan çocuklarım bu pazar da beni şaşırtmadılar ve beni uyandırdılar. Havanın güneşli ve nispeten sıcak olacağını bildiğimiz için bir an önce kahvaltımızı yapıp kendimizi ailecek dışarı atmak istiyorduk. Hemen kahvaltı hazırlamaya koyulduk. Ayıptır söylemesi, mahalle esnafından aldığımız Kayseri pastırmalarını sahanda yumurta kırarak midelere indirdik. Kısa bir hazırlık faslından sonra dışarı çıkmaya hazırdık. Ancak beklenmedik bir hadise vuku buldu ve oğlum sabahtan beri elinde tuttuğu minik yıldız objesini kaybetti. Bizden bulmamızı istedi yıldızını. Hemen her yere baktık ancak yıldızı bulamadık. Oğlum bazen bu durumlarda çok takıntılı olabiliyor. Ağlayarak ve hatta bağırarak ve hatta tepinerek yıldızım da yıldızım dedikçe benim de sinir katsayım katlanarak artmaya başladı. Güzel sözlerle yıldızının kaybolduğunu anlatmaya çalıştık ancak biz güzel güzel konuştuğumuzu düşündükçe o aksine daha da agresifleşti. Öyle bir noktaya geldik ki ben artık pes ettim ve salona geçip o güzel güneşli günü evde geçirmek istemeye başladığımı düşündüm. Bu gibi durumlarda genelde olduğu gibi annesi devreye girdi. Her zamanki gibi tüm şefkati ve sevecenliği ile oğlumuza eğer benden özür dilemezse, benim onları dışarı çıkarmaktan vazgeçeceğimi söyledi. Ben o sıra o kadar sinirlenmiştim ki öfkemin basit bir özürle geçebileceğine ihtimal vermiyordum. Ancak çocuklar çocukluğun verdiği mucizevi şirinlikleri öyle ustaca kullanıyorlar ki, oğlum da tüm şirinliği ile ve yarı ağlamaklı bir sesle benden özür dileyip bir daha o şekilde davranmayacağını söyleyince ben tüm yelkenleri indirdim. Oğluma sımsıkı sarılıp öptüm onu. Barıştık ve arabamıza doğru hareket ettik.

Varmak istediğimiz yer işte burasıydı

İstikamet Özdere'ydi. İzmir'i bilenler için Özdere ismi tanıdıktır. Ancak bilmeyenler için Gümüldür dersem daha anlamlı olacak sanırım. Özdere, Gümüldür'ün hemen yanıbaşındaki kasaba. Bu sakin iki kasabanın tam ortasında Ortaköy isimli bir köye çok yakın bir noktada mütevazi bir yazlık evi var kayınpederin. Amacımız neredeyse bütün kış kapalı kalan evin son durumunu görmek ve çocuklarla birlikte temiz hava almaktı. Yaklaşık 45 dakika süren araba yolculuğunun ardından 500 mt'lik tepelerin arasından deniz karşımıza tüm etkileyiciliği ile çıktı. O an hissettiklerimi sanırım sadece Ankara'da doğup büyüyenler hissedebilirmiş gibi düşünüyorum. Zira Ankara'da bir memur çocuğu olarak yaşamak demek:
  • Denizi yılda sadece bir kez görmek demek
  • Yaz tatili için deniz kenarı bir beldeye yaklaşık 10 saat süren yorucu bir araba yolculuğundan sonra varmak demek
  • Yolculuğun son bir saatinin içinde bir tepenin ardından denizi görmek demek
  • Araba içinde çığlıklar atarak "Deniz göründü, yaşasın otelimize çok yaklaştık" demek.
İşte İzmir'de ya da İstanbul'da doğup büyüyenler denizle iç içe yaşadıkları ve yukarıdaki dört maddeyi hayatları boyunca hiç yaşamadıkları için benim denizi görmelerimdeki heyecanımı hiç anlayamayacaklar bence.

Tepelerin ardından denizi görünce hissettiklerimi
sanırım sadece Ankaralılar  hissedebilir

Neyse, denizi gördükten yaklaşık 10 dakika sonra eve vardık. Evin minik bir bahçesi var. Bahçede bitkiler ve ağaçlar baharı bizden habersiz karşılayıp bizi beklemişler adeta. Dalında limonu ilk defa gören oğlumun heyecanına ortak olmamak mümkün değildi. Bahçede biten maydanozları, naneleri ve kuru soğanları sanki bir sanat eserine bakar gibi dakikalarca izledim. Bazı bitkilere salyangozlar yapışmıştı. Bu yavaş ve narin hayvanları incitmeden çocuklarıma gösterdim. Çoğumuz sümüklü böcek der bunlara ve ismini duymak bile iğrendirir bizi. Halbuki tüm bunlar küçüklüğümüzden beri bizi bu yönde düşünmeye koşullandıranların eseri bence. Çocuklarımı bu tür yönlendirmelerden uzak yetiştirmeye çalışıyorum. O nedenle salyangozları elleyebileceklerini ve isterlerse onları incitmeden avuçlarına alabileceklerini söyledim. İkisi de büyük bir istekle dediklerimi uyguladılar ve bu yazıyı yazmamla bu olayın gerçekleşmesi arasında geçen üç haftada ellerinde ne siğil çıktı ne de salyangozlardan kaynaklanan bir hastalık geçirdiler.

Limon ağacında iki tane limon olgunlaşmak üzere.
Yapraklara elimi sürttükten sonra kokladığımda mis gibi limon kokusu unutulmaz

Bahçede biten doğal naneler salatalarımıza lezzet katacak.

Bahçedeki keşif çalışmalarımızdan sonra kendimizi deniz kenarına attık. Sahil olabildiğince geniş ve sakin bir şekilde karşıladı bizi. Deniz biraz dalgalı hava biraz rüzgarlıydı. Açıkçası montları giymeseydik üşüyebilirdik. Çocuklar denize giremedikleri zaman oynadıkları en favori oyunlarını oynamaya başladılar: Denize taş atmak. Ben biraz onların peşinde biraz kendimle başbaşa o anların tadını çıkardım. Kah döndüm denize derin bir nefes çektim, kah döndüm yüzümü dağlara düşüncelere daldım. Sanırım Özdere'nin ve çoğu yazlık sayfiye yerinin vakit geçirilebilecek en güzel zamanları Mart, Nisan ve Mayıs ayları. Yazın getirdiği gürültülü kalabalıktan uzak, nefes almayı bile zorlaştırıcı sıcaktan bunalmadan ve güneşin altında kavrulmadan doyasıya dışarıda olabileceğiniz zamanların değerini bilenlerdenim.

Çocuklar denize taş atıyorlar

Yüzümü dağlara döndüğümde bu harika manzara çıkıyor karşıma

Bir süre sahilde oyalandıktan sonra eve geri döndük. Kayınpederde balıkçılık var biraz. Daha önceden tuttuğu ve buzlukta sakladığı kalamarları bahara merhaba dememizin şerefine önceden terbiye edip hazırlamış sağolsun. Kısacası öğlen yemeğimizde muhteşem kalamar lezzeti vardı. Hayatımda kalamarı ilk ne zaman yedim hatırlamıyorum sanırım ilk gençlik yıllarımda olsa gerek, ne de olsa Ankara kökenliyiz. Ama çocuklarımın bu lezzetle küçük yaşta tanışmaları ve bu lezzeti sevmeleri hoşuma gitti. Keyifli bir öğle yemeğinin ardından küçük kızım öğle uykusuna yattı. Oğlum ise artık kolay kolay öğlenleri uyumuyor. Evde sakince vakit geçirdik biraz.

Kızım uyanınca yine hep beraber sahile gittik. Sabahki şiddetli rüzgarın aksine ılık bir hava durgun bir deniz karşıladı bu sefer bizi. Sahile her gidişimde başka bir kimliğe büründüğünü görmek bana Koç Üniversitesi yıllarımı anımsattı. Giriş kapısından araba ile içeri girdiğimde tepeden üniversite uzaktan ise Karadeniz gözükürdü. Karadenizi ve gökyüzünü Koç'e giriş yaptığım her farklı gün farklı bir kombinasyonla görmek hafızamda tatlı anılar bırakmış anlaşılan.

Neyse, sahil sabaha göre biraz daha kalabalıktı. Bir tane Sibirya Huskisi de oradan oraya koşturup duruyordu. Hayvan yolun öte tarafındaki bir sitenin köpeğiymiş. Bunu duyunca üzüldüm, zira bu, hayvanın dört mevsim orada yaşadığını gösteriyordu. Soğuk iklim için tasarlanmış olduğunu düşündüğüm bu canlı yazın 40 derece sıcağında kim bilir ne eziyetler çekiyordur. İsmi Dora'ymış. Dora'nın çocuklarımızı ısırmayacağından emin olduktan sonra, çocuklara isterlerse Dora'yı sevebileceklerini söyledim. Aynı salyangoz örneğinde olduğu gibi heyecanla köpeğin üzerine atladılar. Dora da o kadar uysal bir hayvan çıktı ki, çocuklarla uyumu beni mutlu etti. Hatta bir süre sonra kızım Dora'yı elleriyle besledi. Bu arada Dora kızımın yüzünü bir iki kere de yaladı. Aman bunu annesi, anneannesi duymasın yoksa beni topa tutarlar.

Güzel kızım ve Güzel Sibirya Huskisi Dora 


Kızımın Dora ile imtihanı


Güneş batmaya yakın eve geri döndük. Minik bir hazırlanmanın ardından, keyifli ve ailecek geçirdiğimiz güzel bir günü arkamızda bırakarak şehirdeki evimizin yolunu tutarken, çocuklarımda tatlı bir yorgunluk eşim ve benim yüzümde ise içten bir gülümseme vardı.