28 Ağustos 2013 Çarşamba

MiDİLLİ'DE NE YAPILIR? Bölüm 2 - İkinci Gün

Midilli'de İkinci Gün

Midilli (Lesvos) Adası'ndaki ikinci günümüze otelin yanıbaşındaki zeytinlikte yaşayan eşeğin anırmasıyla uyandık. Bu sese kuşlar da cıvıltıları ile eşlik ediyordu. Odamızın balkonundan zeytinliklere doğru bakıp kolumu iki yana açıp derin derin nefes aldığımı hatırlıyorum. Sonra kahvaltıyı otelde yaptık. Mütevazi ama sağlam bir kahvaltıdan sonra yola çıktık. Henüz fazla uzaklaşmamıştık ki bir tabela gözümüze çarptı. Bir zeytinyağı fabrikasını müzeye dönüştürmüşler, ilginç olabilir dedik ve levhayı takip etmeye başladık. İyi ki de öyle yapmışız. Yaklaşık bir buçuk saat süren keyifli bir anı oldu bu ziyaretimiz.

Fabrikanın içini gezdikten sonra avlusunda da bir süre oturup durum değerlendirmesi yaptık. Bu fabrikada emeği geçen insanları andık. Neden bilmiyorum insanların burada zamanında huzur içinde çalıştıkları izlenimine kapıldım.

İşte bu levha bizi yoldan çıkardı. Papados'taki zeytinyağı fabrikasını
müzeye dönüştürmüşler. 

Fabrika müzeye dışarıdan bir bakış

Müze'nin girişi. İnsanı rahatlatan bir atmosfer yaratmışlar. Raflarda gözü yormayan bir ışıklandırma
eşliğinde eski ambalajları sergilemişler. Fotonun sol altındaki iki şişede halis mulis zeytinyağı
vardı ve mis gibi kokuyordu. 

Halatlar yukarıda silindirlere bağlanıyor. O silindirleri döndürme gücü fabrika
ilk kurulduğu yıllarda buhar gücünden geliyormuş. Daha sonra büyük bir dizel
motor yatırımı yapılmış. 

Üretilen zeytinyağı yer ile bütünleşik bu büyük küplerde depolanmış. 


Müze ziyaretinden sonraki hedefimiz Plomari kasabasıydı. Plomari'nin hemen girişindeki Barbayanni ailesine ait uzo fabrikasını ziyaret ettik. Ben teknolojik bir üretim merkezi beklerken karşıma çok da gelişmiş olmayan bir tesis çıktı. Önce üst katta bir nevi "showroom" olarak kullanılan mekanda fabrika ortaklarından birisi ile sohbet edip anı defterine bir iki cümle karaladık. Sonra alt kattaki üretim merkezine indik. Şişeleri elleri ile silip paketleyen çalışanlar gözümüze çarptı. Arka tarafta da damıtma işleminin yapıldığı sistemler ve depolama kazanları vardı. Bizdeki gibi bilye kapak henüz buralara uğramamış. Sanırım sahte içkiden ölen olmamış şimdiye kadar adada. Çalışanlarla sohbetimizi yaptıktan sonra fabrikaya çok yakın, Plomari'nin ünlü plajı Agios İsidoros'a gittik.

Barbayanni markalı Uzo'nun fabrikasından bir görüntü. 


Ayak fotosuz tatil olmaz diyenlere gelsin.
3 kilometreden uzun Agios İsidoros plajından 

Plajda bir süre vakit geçirdikten sonra karnımız acıktı ve Muria isimli tavernaya doğru yola çıktık. Aldığımız tariflere göre plaja çok yakındı. Ama biz 5 dakika araba kullanmamıza rağmen ulaşamamıştık. Geri dönüp yol üzerinde bulduğumuz bir yere girelim derken bir anne ve iki çocuğu bizim gittiğimiz istikamete doğru yolda yürüyorlardı. En yakın yerleşim merkezi bizim çıkış noktamız olan plajdı ve öğlen sıcağında bu insanların yoldan yürümelerine gönlümüz razı olmadı (Yoldan başka yürüyecek alanları da yoktu). Arabamıza binme teklifini kabul ettiler. Tarzanca anlaştık zira hiç İngilizce bilmiyorlardı. Zaten çocuklar 5 ve 10 yaşlarındaydı sanırım. Annenin yüzündeki minnet ifadesini çok net hatırlıyorum. Biz Murya Taverna nerede işareti yapınca kadın da önüne gelince ben size söylerim işareti yaptı.

Muria'yı niye ıskaladığımızı oraya varınca anladım. Zira bizim köy kahveleri kıvamında bir yerdi ve hiçbir tabelası yoktu. Arabayla giderken mekanı görmüştüm ama orada yemek yenebileceğini aklıma getirmemiştim. Masamıza önce harika bir ekmek geldi, zeytinyağına banarak tükettik gelen ekmeği. Ardından kabak çiçeğinin içine peynir koyarak hazırladıkları bir yemeği tattık. Ayrıca adadaki ilk ızgara ahtapot siparişimizi verdik. Ahtapotları vantuzlarını ayırmadan ızgara ediyorlar. Enfes bir lezzetti. Menülerde sürekli gördüğümüz Gavros isimli balığı da denemek istedim. Gele gele hamsi balığı geldi. Çıtır çıtır yedim, özlemişim hamsiyi.


İşte adada tatmayı çok istediğim lezzetlerden bir tanesi: Ahtapot ızgara. Uçlarını
biraz kurutmuşlardı ama olsun. 

Yemeğimizi yedikten sonra plaja geri döndük. Biraz siesta ve kitap okumadan sonra Efe ile tahta raketlerle plaj tenisi oynadık. Yine snorkellerimizi takıp denizin altını keşfe çıktık. Güneş etkisini kaybetmeye başladığında üstümüzü değiştirip plaja 5 dakika mesafedeki şehir merkezine yani Plomari'ye gittik. Plomari'nin girişinde geniş bir otopark var. Diğer tüm otoparklar gibi burası da ücretsiz. Plomori'nin ufak çarşısını turladık, kayda değer birşeyler görmedim açıkçası. Hatta belki abartmak olacak ama hayalet kasaba izlenimi verdi bana bu küçük yerleşim birimi. Sevgili eşim dükkanların birinden kadın birlik kooperatiflerinin ürünleri olan reçellerden birkaç kavanoz aldı.

Şehir turumuzu attık, bir saat on beş dakika süren araba yolculuğundan sonra otelimize geldik. Kısa bir dinlenmenin ardından bir önceki akşam çok memnun kaldığımız Kostas'ın yerine gittik yine. Kostas bizi girişte karşılamadı bu sefer, bunlar artık devamlı müşteri oldu diye düşündü heralde :)
























20 Ağustos 2013 Salı

MİDİLLİ'DE NE YAPILIR? Bölüm 1 - Birinci Gün

Çocuklarımız hayatımıza girdiğinden beri (yani yaklaşık 5 senedir) eşimle başbaşa geçirdiğimiz zaman sayısı çok kısıtlıdır. Bu nedenle bayram tatilinin gelmesini uzun zamandır dört gözle bekliyordum zira Midilli Adası'na çocuklarımız yanımızda olmadan gitme planlarımız vardı. 
Çok şükür bu planımızı bir aksilik olmadan gerçekleştirebildik. Bu noktada anne ve babama teşekkür eder ve bu süreçte çocuklara baktıkları için minnet duyduğumu belirtmek isterim. Allah onları başımızdan eksik etmesin. 

Arefe günü yolculuğumuz sabah 06:00'da başladı. Tehlikeli olmayan yüksek bir tempoyla yaklaşık 2 saatte İzmir'den Ayvalık'a vardık. Feribotumuzun kalkış saati 09:00'dı. Ancak iskeleye vardığımızda boşuna acele ettiğimizi anladım. Çünkü pasaport kontrolündeki iki görevli saat 08:30'da işbaşı yapıyormuş. Feribota binecek herkesin işlemlerini yapmaları 1 saat 45 dakika sürdü ve biz 75 dakikalık gecikmeyle Midilli'ye doğru yola çıktık.

Pasaport kontrol için oluşan uzun sırada beklemenize gerek yok.
 Feribotlar sıra bitmeden hareket etmiyor, uçak gibi değiller.
 Sıradaki bu kadın da beklediği 45 dakika boyunca çantalarını yere indirmedi ,
hep üstünde taşıdı.
Bunun yerine yan taraftaki cafede sabah güneşinde çay içip gazetenizi okuyun. 

Pasaport işlemi için uzun bir kuyruk oluştu bu sırada. Ancak bence kuyrukta beklemek yerine İskele'deki mütevazi kafede oturabilirsiniz, feribot herkesi almadan kalkmıyor. Ayvalık'tan Midilli'ye sefer düzenleyen iki firma var. Turyol (www.turyolonline.com) ve Jale Tur (www.jaletur.com). Biz biletlerimizi internet üzerinden Turyol'dan aldık. Herhangi bir sıkıntı yaşamadık. Yeşil pasaportumuz olduğu için önceden vize almamıza da gerek kalmadı. Ancak hususi pasaportlara da Yunan iskelesinden kapıda giriş vizesi verildiğini öğrendik (fiyatı da 30 € diye duydum.). Bu arada belirtmek istediğim bir nokta daha var: Pasaportunda KKTC giriş damgası olan Türk vatandaşları adaya giriş yapamıyor. Konuyla ilgili Hürriyet Gazetesi'nden Fatih Çekirge'nin yazılarını okuyabilirsiniz. Gerçi Yunanistan'ın yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla bu uygulama anladığım kadarıyla eskisi kadar katı uygulanmıyor


Midilli'de Birinci Gün
Yaklaşık bir buçuk saat süren keyifli bir feribot yolculuğundan sonra adaya vardık. Feribot deyince gözünüzde büyütmeyin, Turyol'un Eminönü-Kadıköy seferini yapan teknelerden birisiyle yolculuk yapacaksınız. Adada bizi kadim dost Efe ve eşi Aylin karşıladı. Onlar 3 gün önceden adaya gitmişlerdi. Valizimizi Efe'nin önceden kiraladığı arabaya attık. Bu arada özellikle bayram seyran gibi dönemlerde adaya gitmek isterseniz arabanızı çok önceden kiralayın. Bu işi son dakikaya bırakırsanız araba bulmanıza imkan yok. Arabanız yoksa da Midilli'ye gitmenin pek bir anlamı yok bence (Tabi ne istediğinize göre değişir bu). 

Midilli Adası Yunanistan'ın Girit ve Eğriboz'dan sonra 3. en büyük adası, Ayvalık'ın batısında yer alıyor. Adaya Yunan halkı Lesvos diyor. Ada irili ufaklı pekçok yerleşim biriminden oluşuyor. Baş şehri ve bizim ayak bastığımız ilk yerleşim merkezi Mytillini. Bu isim benzerliğinden dolayı biz Türkler adaya Midilli adını vermişiz.

Midilli Adası ya da Yunanlıların dediği gibi Lesvos adası irili ufaklı pekçok köy ve kasabadan oluşuyor.


Kadim dost Efe ve sevgili eşi Aylin.
 Bizim gidişimizden 3 gün önce adaya gidip ön keşif çalışmaları yapmışlardı.
Beraber vakit geçireceğimiz 3 günün planlamasını yaparken çok ciddiydik. 

Mytillini'nin çarşısında dolaşmaya başladık. Dükkanlara girdik çıktık. Çünkü dostlarımızın verdiği bilgiye göre öğlen belli bir saatten sonra insanlar siestaya çıkıyor dolayısı ile dükkanlar da kapanıyormuş. Dükkanlardan ziyade benim dikkatimi çeken iki yapı oldu. Birincisi Yeni Cami. 1825 yılında Osmanlı tarafından yaptırılan bir cami ama şimdilerde kaderine terk edilmiş. İkincisi de Osmanlı Bankası'nın şubesinin bulunduğu bina (bugünlerde postane olarak kullanılıyor, ancak hala girişinde 1800'lerin sonlarından kalma Osmanlı Bankası yazısı duruyor.). Bu arada ek bir bilgi, pek çoğumuz Osmanlı Bankası'nın Osmanlı tarafından kurulduğunu sanır. Ancak aslında banka İngiliz sermayesi ile kurulmuş daha sonra Fransızlar'a da kuruma ortak olmuş.

Bu kadar tarihi bilgi yeter. Sonuçta yaklaşık bir buçuk saat dolaştıktan açlığımızı bastırmak için daha önceden belirlediğimiz Kalnterimi isimli restoranı bulduk. Bu restoran şehrin ara sokaklarından birinde, çoğu Midilli lokantası gibi gösterişten uzak sade bir mekan. Masalarından bazılarını sokağa koymuşlar ki şiddetle bu masalarda oturmanızı tavsiye ederim. Lokantanın iç atmosferi de hoş ancak sıcak yaz gününde içeride oturmaktansa dışarıda oturmayı tercih edenlerdenim. Neyse hemen siparişimizi verdik. Grek salatası, taze fasülye, ızgara kalamar önden geldi. Arkadan da sardalya balığı geldi. Hepsi çok lezzetliydi. Grek salatası dediğimiz olay, aslında bizim çoban salatasının bir benzeri. Bizde malzemeleri ince ve küçük kesip dilimlemek makbülken Grek salatasında malzemeler büyük ve iri kıyım kesiliyor. Ancak tüm malzemenin (genellikle domates, salatalık, biber ve kırmızı soğan) üstüne Feta Peyniri dedikleri (Bahçıvan markasının beyaz peynirine çok benzeyen bir lezzet) lezzeti kalın bir dilim olarak koyup, üstüne zeytinyağı ve biraz kekik koyuyorlar.

Kalnterimi Restoran'ın giriş kapısı. Sokakta oturduğum masadan kalkmadan çektim bu fotoğrafı


Grek salatasını salata yapan üstündeki Feta peyniridir. 

Bu muhteşem tabak bir lezzet harikası (Kalamar Izgara).
 Affedersiniz fiyatı sadece sekiz avro.
 Türkiye'ye döndükten sonra kalamar ızgara ve tavadan bir keyif alamadım.


Bu yemekte beni en çok etkileyen tabak kuşkusuz kalamar ızgara oldu. Kalamarı bütün olarak hazırlayıp ızgaraya atıyorlar. Bizdeki gibi halkalara bölüp lezzetini dağıtmıyorlar. Daha sonra başka restoranlarda kızartmasını da yedik, o da bir bütün olarak servis ediliyor. Türkiye'de kalamar tava yerken, mısır ununun lezzetini alırsınız, burada kalamarın o eşsiz lezzetine doyduk adeta.

Yemeğimizi afiyetle yedikten sonra yola koyulduk. Hedefimiz havaalanı yakınlarındaki Aya Ermogenis plajıydı. Yolda yönümüzü kaybettik ancak sora sora nihayet istediğimiz plajı bulduk. Arabamızı biraz yukarıya park ettikten sonra bir yokuştan aşağıya yürüyerek plaja ulaştık. Plajda 4 boş sezlong ve iki şemsiye bularak yerleşimimizi yaptık. Dikkatinizi çekerim bu aşamaya kadar ne otoparkta ne de plaja girerken yanımıza yaklaşıp "Abi hoşgeldiniz. Giriş ücreti şu kadar. Şemsiye kirası bu kadar, şezlong kullanımı o kadar" diyen olmadı. Geçireceğimiz üç günde anlayacağımız gibi adanın bütün plajları bizimdi.

Öğle yemeği rehaveti sonrasında biraz şezlonglarda uzandıktan sonra temiz ve berrak Ege Denizi'nde yüzdük. Snorkellerimizi taktık ve denizin içini de keşfetmeye çalıştık. Deniz canlılığı açısından çok da zengin olmayan bu koyda tahminimizden uzun vakit geçirdik. Bu arada fark ettim ki Yunan gençleri plajda birlikteyken hep bir aktivite yapıyorlar. Tahta tenis raketleriyle plaj tenisi oynayanlardan, çeşitli kart oyunları oynayan onlarca genç gördüm. Yani boş boş oturup bir güneşlenelim demiyorlar plajda vakit geçirirken.

İlk gün gittiğimiz plajdan. Bu plajın yanı başındaki lokanta da fena durmuyordu.
Bir sonraki gidişimiz için notumuzu aldık. 


Deniz temiz ve berrak. 

Artık otelimiz bulma ve odalarımıza yerleşme zamanı gelmişti. Yola koyulduk. Gera's Olive Grove isimli otelimiz adanın güneyinde, Gera körfezinin batı yakasındaydı. Yaklaşık 45 dakikalık araba yolculuğundan sonra otelimiz bulduk. İlk andan itibaren büyülendik. Otel geniş bir zeytinliğin içerisine konuşlanmış butik bir oteldi. Bizi Türkçe bilen bir hanımefendi karşıladı. Kendisi otelin sahibi ve işletmecisi Sofia Hanım'mış. İstanbul'da doğmuş, 12 yaşında Yunanistan'a göçmüş. Keyifli bir sohbetin akabinde zeytin ağaçlarının arasından yürüyerek odamıza ulaştık. Odamız aslında 3 kişilik bir oda, rezervasyon yaptırırken 2 kişilik oda kalmadığı için mecburen seçmiştik. Ama iyi ki de böyle olmuş, geniş ve ferah , iyi dekore edilerek doğal bir taş evin içindeymişsiniz izlenimi veren ve harika bir balkonu olan bir odaydı. Bir süre dinlenmeye çekildik. Bu sırada cırcır böceklerinin ve etrafta dolaşan keçilerin boyunlarındaki çıngırakların sesi birbirine karışıyor, bize huzur veriyordu.


Odamızın geniş balkonu. İyi seçilmiş mobilyalar hem görüntü olarak keyif
veriyordu hem de çok rahatlardı. 


Odamızın balkonundan gördüklerimiz. Zeytin ağaçları.
Yukarıya baktığımızda ise gündüzse masmavi geceyse yıldızlarla dolu gökyüzünü görüyorduk. 


Otelin önündeki plaj. Burası Gera körfezi. Deniz adanın diğer yerlerindeki kadar berrak ve net değil.
Ancak temizliğinden şüphem yok. Bu tatildeki anlayışımız
 otele kapanıp vakit geçirmek olmadığı için burada denize girme fırsatımız olmadı. 


Kısa dinlenmenin ardından yemek için harekete geçme vakti geldi. Sofia Hanım'a bize bir yer tavsiye etmesini istedik, otele yakın bir taverna ismi söyledi. Şimdi bu tavernanın yeri aklıma gelmiyor. Taverna deyince sizin de aklınıza tabakların çalındığı, şarkıların söylendiği mekanlar gelmesin. Yunanlılar orta halli lokantalara tümden taverna diyorlar. Biraz üst düzey bir mekan olduğunda orası artık taverna değil restoran oluyor Yunanlılar için. Gittiğimiz taverna, girişinden itibaren bizi çok etkiledi. Şimdi düşündüğümde keşke mekanın resimlerini de çekseymişim diyorum ancak biz yemeklere odaklandık çok. Mekan yine yeşilliklerin içerisinde, ağaçların altında, kırmızı beyaz ekose masa örtülü  masalardan oluşan bir aile mekanı. Zaten çoğu taverna aile işletmesi şeklinde çalışıyor. Baba patron, anne aşçı. Çocuklar kuzenler falan da garson, bulaşıkçı. Mekana giren müşteriyi genelde patron karşılıyor. Bizi karşılayan sakallı abimizin adı Kostas'mış. Bize sempatik geldi. Biraz muhabbetten sonra siparişlerimizi verdik. Octopus in Vinegar yani sirkede ahtapot çok lezzetliydi. Vantuzlarını soymadan sirkeli bir karışımın içinde karabiber taneleri ile geldi. Enfesti. Öğlen yediğimiz kalamardan o kadar etkilenmiştik ki bu sefer de kızartmasını söyledik. Yediklerimiz bize müthiş keyif veriyordu. Sohbetimiz de harikaydı. Efe'lerin getirdiği Trivial Pursuit isimli bilgi yarışmasını da oynadık kendi aramızda. Son gelen meyve tabağı ile keyifli günümüzü noktaladık ve otelimize döndük.