6 Aralık 2012 Perşembe

MUTLUYKEN TWITTER MESAJI ATMADAN İKİ KERE DÜŞÜNÜN

Üniversite yıllarında bir cep telefonundan beklentilerim çok basitti:
1, Küçük olsun, cebime koyduğumda beni rahatsız etmesin
2, Pili makul süre dayanabilsin
3, SMS gönderebilsin
Bu beklentilerimi fazlasıyla sağlayan Nokia 8210 "Leonardo" modelini eskiyene ve artık ekranı çalışmaz hale gelene kadar kullandım. Akıllı telefonlar Apple'ın öncülüğünde sahne almaya başladığı zamanlarda da hem ürünlerin pahalı olması hem de internet bağlantı bedellerinin yüksek olması nedeniyle bir süre bu cihazlardan uzak durdum. 

Uzun süre kullandığım efsane telefon Nokia 8210


Akıllı bir cep telefonunun hayatıma girmesi kızımın doğumuna denk geldi. Sevgili kardeşim eskiyen iphone 3GS model cihazını bana hediye etti ve o andan itibaren hayatım başka bir yön aldı dersem abartmış olmam sanırım. Minik kızımın fotoğraflarını çekmek için kullandığım cihazın yapabildiklerini zamanla keşfettim ve her keşif bana ayrı bir heyecan verdi. 

Son zamanlarda özellikle twitter'ı aktif olarak kullanıyor ve takip ediyorum. Bu kadar insan twitter'da (ya da başka sosyal ağlarda) neden bu kadar aktif sorusunun cevabı bence yine basit  ama çok geçerli bir söylemin içinde gizli: Sevinçler paylaştıkça çoğalır, hüzünler paylaştıkça azalırmış. İnsanoğlu olarak paylaşmayı seviyoruz ve teknoloji sayesinde artık paylaşmak çok kolay ve maliyetsiz bir eylem olmaya başladı. Tabii sevinçli anlarımızda yaptığımız paylaşımlara ekstra dikkat etmek gerekiyor. Böyle anlarda insan bazen vaatlerde bulunabiliyor, işte o anlarda tutabileceğimizden fazla söz vermemek gerek sanırım. 

Beni bu yazıyı yazmama iten sebep geçen gün gördüğüm bir twit idi (kısa mesaj). Uğur Dersanelerinin ve Bahçeşehir Eğitim Grubu'nun (Anaokulları, kolejler, üniversite) sahibi Enver Yücel iyi bir twitter kullanıcısı, kendisini uzun zamandır takip ediyorum, mesajlarını çoğu zaman keyifle okuyorum. Enver Bey 05 Aralık 2012'de attığı bir mesajda aynen şunları yazdı: "Bugün doğan çocuklardan adı Uğur olanların bütün eğitimini üstleniyorum. Lütfen duyurun." (Zira 5 Aralık Uğur Dersanleri'nin 45. kuruluş yıldönümüydü ve Enver Bey haliyle mutlu ve heyecanlı olsa gerekti). Bunun üzerinde ben dahil 2700 kişi bu mesajı retweet etti (Twitter'ı pek bilmeyenler için açıklamak gerekirse, bu 2700 kişi Enver Yücel'in mesajını kendi takipçilerine ilettiler). Bu 2700 kişinin ortalama 500 takipçisi olduğunu düşünürsek, mesaj bir anda 1,350,000 kişiye ulaştı. Ayrıca mesajı görenlerden birisi de Hürriyet'in internet gazetesinde ekonomi şefi Eren Güler'di (twitter kullanıcı adıyla @erenguler), haber değeri taşıyan bu mesajı Enver Yücel'le teyitleştikten sonra hurriyet.com.tr'ye birinci haber olarak taşıdı. Bu haberi de tahminen binlerce kişi gördü. 

Enver Yücel'in efsane twitter mesajı


Takipçileriniz arasında bir gazeteci varsa twitter'da ne yazacağınıza çok dikkat etmelisiniz, bir anda haber olabilirsiniz

Şimdi akıllarda bazı sorular var elbette. Acaba kaç aile dün doğan yavrularının ismini Uğur koydu? Bunlardan kaçı Enver Yücel'e başvuruda bulunacak. Bakalım Eren Güler ya da başka bir gazeteci bu durumun takipçisi olacak  ve halkı bilgilendirmeye devam edecek mi?

Sosyal medya ve gücü üzerinden düşünürsek, Uğur Bey hiç hesapta yokken bir anda ciddi bir reklam çalışması yaptı belki de istemeden. Reklamın yaklaşık 1,500,000 kişiye bedelsiz bir şekilde ulaştığını düşünürsek hiç fena bir yatırım değil. Tabi geri dönüş maliyetinin ne olacağını şimdilik kimse bilmiyor. Kıssadan hisse: Siz siz olun, özellikle de mutlu ve heyecanlıyken twitter üzerinden atacağınız mesajları göndermeden önce iki kere düşünün bence. 

4 Aralık 2012 Salı

EFES ARTIK TAŞ TOPRAK DEĞİL


Geçtiğimiz hafta sonu kardeş mertebesinde bir arkadaşım ve eşi, ortak bir arkadaşımızın düğünü için İzmir'e geldiler. Düğünümüzü Cumartesi akşamı Aydın'da yaptıktan sonra Pazar günü için Efes Antik Kenti'ne gitme planımız vardı. Her ne kadar hava sağanak yağışlı gösterse de biz umudumuzu hiç yitirmedik ve Pazar sabahı Aydın'da güneşli bir güne uyandık. Kahvaltımızı yaptıktan sonra yola koyulduk. Efes'ten önce ısınma turu atmak için Aydın'da Tralleis antik şehrine mini bir ziyaret yaparak Aydın'a tepeden bakan ve tahminime göre henüz çok büyük bir kısmı toprak altında olan antik kentte güzel bir yürüyüş yaptık. Yöre halkı buraya Üçgözler diyor zira sembol yapı olarak sivrilen gymnasium 3 kemerli bir yapıdan oluşuyor. 1899 yılında Aydın'da yaşanan büyük depremden sonra halka resmen harabelerden yararlanma izni verildiği için bu antik kent tabir-i caizse taş ocağı olarak kullanılmış.


Damadımız Aydın'lı olunca gelin almada elbette Harmandalı oynanır

Aydın şehrinin yanıbaşında Tralleis Antik Kenti'nin ayakta kalan tek yapısı
 Gymnasium kapısı ya da yöre halkının söylemiyle Üçgözler


Tralleis'ten sonra rotamızı Efes'e çevirdik. Otobanı kullanmadan sırasıyla İncirliova, Germencik ve Ortaklar'dan geçtikten sonra Selçuk ilçesine yaklaşık 40 dakikalık bir araba yolculuğu ile vardık. Efes'e yaptığımız bu geziyi blogda yazma fikri de dün gece gördüğüm bir rüyadan sonra ortaya çıktı. Rüyamda tanımadığım birisine antik kenti bir rehber gibi anlattığımı görünce "Hmmm, bu ziyaret beni oldukça etkilemişti, rüyamda da görünce buna şüphe kalmadı, bir yazı yazmalıyım" dedim kendi kendime. Ziyaretin beni etkilemesi ayrıca hoşuma gitti çünkü bundan 15 sene öncesine kadar (yani üniversite yıllarımın ilk dönemlerinde) bu tip ören yerleri hiç ilgimi çekmiyor, buralarda gitmek isteyen arkadaşlarıma şakayla karışık "Ya ne yapacağız orada, taş toprak görmek için kilometrelerce yol mu gideceğiz?" diyerek takılırdım. Şimdiyse böyle tarihi yerleri görmek, yüzyıllar öncesinde orada yaşanan hayatlar üzerine kafa yormak, bunları dostlarımla paylaşmak bana keyif veriyor. Hatta Efes'i gezerken arkadaşımla yaptığım bir sohbette zaman makinesi icat edilse, geleceğe değil de geçmişe gitmek istediğimi belirttim. 

Neyse, arabamızı otoparka bıraktıktan sonra giriş turnikelerine vardık. Efes'e giriş 25 TL, ancak müze kartınız varsa bir ücret ödemeden girebiliyorsunuz (Bu müze kartının 1 yıllık ömrü var, Türkiye'deki bütün müzelere ücretsiz giriş imkanı sağlıyor). Gişelerde müze kartı da çıkartılabiliyor 30 TL'ye. Öğretmen ya da öğrencilere müze kart %50 indirimle satılıyor. Kültür Bakanlığı'nı bu güzel uygulamalarından dolayı içimden tebrik ettikten sonra müze kartlarımızı alarak turnikelerden geçerek Efes'e adım attık. Şehrin mermer sokaklarında avare avare dolaşıp internetten bulduğumuz bilgileri birbirimize okumaktansa bir rehber tutmak istedik. Sıkı bir pazarlıktan sonra yaklaşık bir buçuk saatlik rehberli tur için 70 TL'ye Yılmaz Bey isimli emekli İngilizce öğretmeni olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir rehberle anlaştık. Açıkçası ilk başta doğru rehber bu mu acaba diye birbirimize soran gözlerle baktık. Zira Yılmaz Bey'in kıyafetleri özensizce seçilmiş görüntüsü veriyor, birkaç günlük kirli sakalı bu özensizliğin derecesini arttırıyor ve bizlere "İşinde de böyle özensiz ise vay halimize" dedirtiyordu. Yanıldığımızı ilerleyen dakikalarda hissedip rahatlayacaktık. 

Müze kart, alması kolay ve hızlı, bir sene boyunca
Türkiye'deki tüm müzelere giriş ücretsiz. Fiyatı 30 TL
Rehberimiz Yılmaz Bey, görüntüsüne aldanmayın,
 aldığımız hizmetten memnun kaldık.
Telefon numarası: 532 425 6678

Rehberimiz bizi Efes haritası önünden durdurup işini yapmaya başladı. Haritaya bakınca fark ettik ki şehre güney kapısından giriş yapmışız. Ve yine etrafımıza baktığımızda gördük ki, şehir aslında bir vadiye kurulmuş, kuzeyi ve güneyi yüksek tepelerle çevrili, doğusu nispeten düzlük arazi, yine de yükseltiler dikkat çekici, batısında ise zamanında bir liman varmış. Kuzey, güney ve doğu cephelerinden tepelerin en yüksek yerlerine şehri koruma amaçlı surlar ve gözetleme kuleleri yapılmış. Bu duvarların kalıntılarını yükseklere bakınca görmek mümkün. O anda, özellikle güney cephesindeki tepelere tırmanıp şehre ve Pamucak sahiline bir de yükseklerden bakmak istediğime karar verdim, umarım bunu birgün gerçekleştirebilirim. 


Efes Antik Kent Haritası, biz Civic Agora yazan yerdeki kapıdan şehre girdik

Efes şehrinin güney cephesindeki tepelere tırmanıp
 antik kente ve Pamucak Sahili'ne yukarılardan bakmak istiyorum bir gün

Rehberimizin anlattığına göre tarihte birkaç farklı Efes şehri kurulmuş. İlk Efes'in kuruluşu MÖ 6000'li yıllara dayanıyor. Şimdi gezilen antik şehir ise MÖ 300'lü yıllarda kurulmuş. Kuşadası-Pamucak yörelerini bilenler, şehrin neden buralara kurulduğunu daha iyi anlayabilir, zira buraların iklimi ılıman ve toprağı çok verimlidir, ne ekerseniz bereketli bir şekilde biçersiniz. Ege'de ve özellikle bu yörede toprak çok verimkardır. Şehrin batı ucunun da doğal bir liman olduğunu düşünürsek, aslında Efes'i Efes yapan iki faktörün tarım ve dolayısıyla tarıma dayalı bir ticaret olduğunu ileri sürebiliriz. Şehrin nüfusu zamanla 250,000 kişiye ulaşmış. Önce bu rakamı çok abartılı buldum, ancak devasa amfitiyatroyu görünce ikna oldum. Tiyatronun kapasitesi 24,000 kişi (BJK İnönü stadının kapasitesinin yaklaşık 30,000 kişi olduğunu hatırlatmak isterim).  Güney kapısından girince aslında o zaman sıradan halkın pek kullanmadığı devlet daireleri ve üst düzey dükkanların bulunduğu bölümden ilerledik. Rehberimiz aramızda bir mimarın bulunduğunu öğrenince şehrin mimarisi hakkında da detaylar vermeye başladı, sütunlar nasıl dikilmişti, kemerli yapılar nasıl oluşturulmuştu, taşlar birbirine nasıl birleştirilmişti gibi. 

24,000 kişilik kapasitesi ile antik çağların en büyük amfi tiyatrosu

Aklımda kalan en ilginç mimari detay, üst üste sıralanan büyük blokların birbirlerine bir demir zımba ile birleştirilmesi. Bu demir zımbalara zıvana deniyormuş ve tahmin edeceğiniz gibi zıvanadan çıkmak deyiminin hikayesi de bununla ilgili. 

Efes denince akla gelen sembol yapı şüphesiz ki kütüphaneM.S.106 yılında Efes valisi olan Celsus ölünce, oğlu kütüphaneyi babasının adına mezar anıtı olarak yaptırmış. Celsus'un lahdi kütüphanenin batı duvarı altında. Bu yapının önünde bir fotoğraf çektirmemek olmazdı.

Celsus Kütüphanesi Efes'in en bilinen sembol yapılarından bir tanesi

Kütüphaneyi geçip kuzeye doğru ilerlerken, doğu istikametinde sivil halkın da kullandığı pazar yerini tüm ihtişamıyla (Agora) gördük. Gözlerimi kapatıp birkaç saniyeliğine yüzyıllar öncesine gittim ve oradaki hareketliliği, satılan ipekli dokumaları, havalarda zıplayan tavukları ve kalabalığı hayal ettim. Agora bittiğinden devasa tiyatroya ulaştık. Burası gerçekten etkileyiciydi. Bir gün burada bir konsere, tiyatroya gelmeyi çok isterim doğrusu. 
Tiyatroyu'da geçtikten sonra batıya doğru ilerleyen yolda yürüdük. Bu yolun sonu MS 400'lü yıllara kadar limanmış. Tabii menderes nehrinin alüvyonları ve toprak hareketleri ile liman zaman içerisinde toprakla dolmuş. Bu yüzden de şehir cazibesini yitirmiş ve sadece (rehberimizin gariban olarak tabir ettiği) düşük gelirli başka bir yere göçemeyecek insanlar şehirde kalmış, onlar da zamanla şimdinin Selçuk ilçesindeki yerleşim birimlerine kaymışlar. 

Eski limana giden yol, gemi ile gelenler şehre girip biraz ilerledikten sonra
etkileyici amfi tiyatroyu karşılarında buluyorlar

Böylece Efes turumuz şehrin kuzey kapısında bitti. Rehberimize ödemeyi 10 TL bonusla yaptıktan sonra tekrar güney kapısına doğru yürümeye başladık. Kütüphane'nin içinde biraz daha vakit geçirdik. O sırada yağmur çiselemeye ve gücünü giderek arttırmaya başladı. Kütüphanenin girişindeki sütunların altında bir süre yağmurun dinmesini bekledik ve geziyi hazmetmeye çalıştık. Arabamıza vardığımızda birazcık ıslanmıştık. Birden acıktığımızı fark ettik. Selçuk'ta Şişçi Yaşar isimli salaş 5 masalı bir dükkanda çöp şiş ve köftelerle karnımızı doyurarak İzmir'e doğru hareket ettik.

Kütüphanenin önünde yağmurun dinmesini beklerken
güney kapısı istikametine bir bakış

27 Kasım 2012 Salı

İZMİR'DE BİR PAZAR SABAHI

Çocuklarım dünyaya geldiğinden beri haftasonu sabahlarını bir ayrı seviyorum. Geç kalkmak için bir bahanem olamıyor, zira çocuklar en geç 8'de uyanmış oluyorlar. Hele bu aralar 3,5 yaşındaki oğlumun kendi yatağından kalkıp eşimle beni uyandırmasının keyfi bir başka. Geçtiğimiz pazar günü yine aynı rutinle uyandık. Pencereleri açıp baktığımda İzmir'de güneşli bir havanın bizi beklediğini gördüm. Kahvaltımızı yaptıktan sonra eşim çocukları parka götürmemizin iyi olacağını söyledi, açıkçası biraz isteksizdim çünkü hem boğazım ağrıyor ve kendimi halsiz hissediyordum, hem de evde ayaklarımı uzatıp Kemal Tahir'in Devlet Ana isimli romanını bitirmek istiyordum. (Bu romanla ilgili karalamak istediklerim var, bir başka blog yazısına inşallah.)

Söz konusu çocuklar olunca insan kendi isteklerini bir kenara bırakabiliyor. Biz de kahvaltı sonrası hazırlandık ve şimdiye kadar İzmir'de hiç gitmediğimiz bir parka gitmek üzere hareket ettik. Güzelyalı'daki Haylaz Totti isimli ayakkabı mağazasını geçtikten sonra sol tarafta kalan parkı ne zamandır görmek istiyorduk. Hedefimize vardığımızda parkın içinde iş makinelerini gördük, her taraf kazılmıştı, umarım yeni bir park için yapılıyor bu çalışmalar. 

Neyse, hemen yeni bir plan oluşturup yürürlüğü koyduk ve  İnciraltı'na "İzmir Kent Ormanı'na" doğru hareket ettik. Burası eskiden moloz dökme alanıyken, birkaç sene önce bir kent ormanına dönüştürülmüş. Yüzlerce ağaç dikilmiş, yürüyüş ve bisiklet yolları yapılmış. Kent için harika bir kazanım. Henüz öğle vakti bile olmadığından otopark nispeten boştu. Yanımıza arabamızda sürekli taşıdığımız battaniyeyi ve topu da aldık. Fazla yürümeden deniz kenarında çimlik bir alana battaniyemizi serdik. Seriş noktamızı belirleyen en önemli faktör hemen yanıbaşımızdaki masada birisinin gitar çalmasıydı. İki aile olarak gelmişler, erkeklerden birisi gitarını çalarken diğerleri çaylarını yudumluyordu. Nedense bu manzarayı İzmir'den başka bir şehirde göremeyeceğimi hissettim. Sonuç olarak biz de ailecek bu deneyimden nasiplendik, denize karşı güneşli bir pazar sabahı kulaklarımızın pası silindi. 

İzmir Kent Ormanı uydu görüntüsü

İzmir Kent Ormanı'nın havadan görüntüsü, fotoğrafı internetten buldum

Bir süre gitar dinledikten sonra çocuklarımla denize taş attık. Oğlumun hep sevdiği bir oyundu hala aynı heyecan ve keyifle taşları denize fırlatıyor. Artık kızım da bu oyuna eşlik etmeye başladı. Daha sonra yanımızda getirdiğimiz topla oynadık. Ben topu fırlatabildiğim kadar yukarı fırlattım defalarca ve çocuklar kahkahalar eşliğinde topu düştüğü yerden alıp bana getirdiler. E tabi bir süre sonra sıkıldılar, artık bulunduğumuz noktada hareket etme vaktinin geldiğinin işaretiydi bu sıkıntı belirtileri. Biz de yönümüzü ormanın Engelliler Merkezi tarafındaki giriş kısmındaki çocuk parkına çevirdik. 


İzmir Kent Ormanı'na benim gözümden bir bakış

2 aile, erkeklerden birisi gitar çalıyor, diğerleri ve biz onu keyifle dinliyoruz

Burada Engelliler Merkezi için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Büyükşehir Belediyesi'nin bir hizmeti (keza orman da belediyenin bir hizmeti) ve denize sıfır, harika bir manzara eşliğinde engelli vatandaşlarımızın öncelikli olarak yararlanabildikleri bir mekan. Mekan derken birkaç masa ve bir kantinden ibaret. Kantinde yiyecek çeşitleri kısıtlı, hamburger köfte tarzında fast food ürünleri var. Açıkçası lezzet olarak da pek başarılı değil. Fiyatlar makul, engelli kartını gösterenlere ciddi indirimler var. Sonuç olarak fikir ve fikrin hayata geçirilmesi çok güzel. Ancak uygulamada çok fazla eksik var gibi hissettim. 

Neyse işte biz bu merkezin hemen yanıbaşındaki çocuk parkına gittik ve çocuklar kaydıraktan kayıp salıncakta sallandılar. Hem kendi çocuklarımı hem de başka çocukları oynarlarken görmek bana büyük mutluluk veriyor. Çocuklar için hayat o kadar basit olabiliyor ki. Düşünsenize ırk önemli değil, din önemli değil, hatta inanmazsınız dil de önemli değil. Bir keresinde oğlum Alman turist çocukların arasına dalmıştı ve hep beraber büyük keyifle oyun oynamışlardı. Yani sonuçta çocuklar için önemli olan oyun ve oyunun neticesinde mutlu olmak. Keşke biz büyükler bu oyunu hiç bozmasak.


Arka tarafta gözüken beyaz bina Engelliler Merkezi'nin kantini. 

Çocuk parkındaki oyun faslı da bittikten sonra arabamıza doğru yöneldik. İzmir'in güzel insanları da arabalarını park edip orman'a akın etmeye başlamışlardı bile. Bu ormana ikinci gelişimdi, ilk gelişimde içinde fazla vakit geçirmeyip hızlıca bir tur atıp çıkmıştık. O zaman da görüntü olarak birbirinden çok farklı gözüken insanların bir arada ve birbirlerine karışmadan vakit geçirdikleri bir yer gibi gözükmüştü. Düşünün bir masada sadece erkeklerden oluşan ve çay bardakları ile rakı içen bir grup ve yan masada mangal yapıp türbanlı eşi ve annesiyle piknik yapan bir aile. Nedense böyle bir manzarayı İzmir'den başka bir şehirde göremezmişim gibi hissetmiştim. 



Sonuç olarak arabamıza binip hareket ettiğimizde içimden İzmir'de yaşamaya başladığım için bir kez daha tanrıya minnet duyup bana verdikleri için şükrettim. Eve dönerken ailemle güzel bir pazar sabahı geçirdiğim için mutluydum.

20 Kasım 2012 Salı

YENİ BAŞLAYANIN GÖZÜYLE İZMİR


Ne zamandır bisikletimle İzmir'de minik bir tur atmak istiyordum. Nihayet bunu geçen hafta gerçekleştirdim, bu yazıyı turun hemen ardından duygularım sıcak ve tazeyken yazmak istedim ancak fırsat bulamadım. İzmir'deki evimiz Üçyol Hatay'da. Bisikletimi bodrum kattaki sığınaktan alıp yollara düştüm. İnönü Caddesi üzerinden Konak tarafına doğru pedal çevirmeye başladım. Daha önce arabaların vızır vızır işlediği ana caddelerde hiç bisiklet sürmemiştim, biraz tedirgin oldum açıkçası. Belli bir süre ilerledikten sonra Varyant Kavşağı'na geldim. 

Varyant keskin virajlardan geçerek ilerlediğiniz İzmir'in sembol bölgelerinden birisi. Yol üzerinden körfez manzarasını keyifle izleyeceğiniz pek çok nokta sunuyor. Bisikletle inerken biraz ürktüm, her ne kadar bisikletim eski ve sağlam bir Bianchi de olsa, bu kadar dik yokuşlardan ilk defa iniyordum. Açıkçası fren tellerinin kopmaması için dua ettim, neyse ki bir sıkıntı yaşamadan Konak'a kadar vardım. 

Varyant'ı harita üzerinde kırmızı ile görebilirsiniz. 


 Varyan'tan bir manzara, arka taraftaki uzun yüksen beyaz bina Hilton Oteli
 Varyan'tan bir manzara, arka taraftaki uzun yüksen beyaz bina Hilton Oteli

 Varyant'tan başka bir manzara

İzmir denince akla gelen en önemli sembolik yapı sanırım Konak'taki tarihi saat kulesi. Bisikletimi kulenin önüne çekip birkaç poz çektim. Kule Sultan II. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. yılında, yani 1901 yılında yapılmış. Yaklaşık 25 metre boyundaki eserin saati ise Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından hediye edilmiş. Orijinalinde yapının üzerinden Osmanlı tuğraları ve Abdulhamit'in tuğraları kabartma olarak işlenmiş ancak  1927 yılında çıkan “Milli ve Resmi binalarda kullanılan tuğra ve methiyelerin kaldırılmasını” içeren kanun nedeni ile buradaki tuğra ve armalar kaldırılmış, yerlerine ay yıldız kabartmaları konulmuş.

Saat kulesinin hemen önünde sırtımı denize verdiğimde gördüğüm bina ise İzmir Hükümet Konağı oldu. Bu haşmetli yapı 1868-1872 yılları arasında inşa edilmiş. Mimari özelliklerinden çok Milli Mücadele tarihindeki önemiyle ön plana çıkan bir yapı. Zira 9 Eylül 1922'de Türk Ordusu İzmir'e girdiğinde bu konağın önündeki Yunan bayrağı indirilip Türk Bayrağı göndere çekilmiş. O meşhur görüntü şu ana kadar her sene 9 Eylül İzmir'in Kurtuluş gününde canlandırılmış anca bundan sonra bu canlandırmanın yapılıp yapılmayacağı meçhul, zira bu sene bir takım sıkıntılar yaşandığını gazetelerden okudum. 

İzmir Saat Kulesi

Saat kulesinin önünden Hükümet Konağı

Bu iki güzide yapıyı ziyaret edip Konak Meydanı'nda güvercinlerin arasında biraz gezinti yaptıktan sonra rotamı Alsancak istikametine çevirdim. Bu rota en keyifli sahil kenarından gerçekleştirilebilir bence. Sonbaharın son günleri olmasına rağmen güneşli ve harika bir havada pedal çevirmek çok huzur vericiydi. Bir yanımda deniz ilerlerken diğer yanımda İzmir'in güzel insanları bu güzel manzaranın tadını çıkartıyorlardı. 
  
Alsancak istikametine giden bir vapur. Arkadaki yapı Konak iskelesi  

Arka sol planda gözüken yüksek binalar Mavişehir 

Bir süre sonra Cumhuriyet Meydanı'na geldim. Hafta içi ve gündüz saati olduğu için meydan boştu. Mustafa Kemal heykelinin önünde bir fotoğraf çektim, heykelin önünden de meydanın bir fotoğrafını çektim. 10 Kasım 2012'den 2400 gönüllü insan bu meydanda canlı Atatürk portresi oluşturdular. Bu tip aktiviteler beni eskisi kadar heyecanlandırmasa da, böyle bir aktivitenin yapıldığı mekanda biraz bisiklet sürmek beni heyecanlandırdı. 
Meydanda her bir kişinin durması gereken yer önceden belirlenip işaretlenmişti. Ortaya güzel bir manzara çıktı. Bu canlı portrenin nasıl oluşturulduğunu merak edenler aşağıdaki linkten aktiviteyi izleyebilir:

http://www.youtube.com/watch?v=J8srNjMc-K4&feature=youtu.be



Konak Cumhuriyet Meydanı'ndaki Mustafa Kemal heykeli 

Cumhuriyet Meydanı'nın boş görüntüsü, 10 Kasım 2012'de 2400 gönüllü bu meydanda canlı Mustafa Kemal portresi oluşturdular

Alsancak'a vardıktan sonra yine aynı güzergahtan geri dönmeye başladım ve bu sefer Konak Pier isimli yapının önünden minik bir mola verdim. Konak Pier de İzmir'in tarihi ve sembolik yapılarından bir tanesi. 1867 yılında yapımına başlanmış ve inşaat bittikten sonra Fransız gümrük ofisi ve deposu olarak kullanılmış. Daha sonraki yıllarda millileştirilmiş ve 1950'li yılların sonuna kadar Gümrük Binası olarak kullanılmış. Bu tarihten sonra uzunca bir süre balık hali olarak hizmet vermiş ve geçirdiği renovasyondan sonra 2004 yılında butik alışveriş merkezi olarak ziyaretçilerini ağırlamaya başlamış. Deniz kenarında, güzel manzara eşliğinde yemek yenebilecek nezih mekanları var. Benim için özel bir anlam daha barındırıyor bu yapı, zira nişan törenim Konak Pier'in içindeki mekanlardan birinde gerçekleşmişti. 


Konak Pier'in girişi 

Daha sonra bisikletimi tekrar Konak Meydanı'na doğru sürdüm ve Hükümet Konağı'nın yanındaki demirlere kilitledim, bundan sonrasını yayan devam etmek istedim. Ünlü Kemeraltı Çarşısı'nı görmeyi çok istiyordum. Yol üstünde gördüğüm kahverengi üzerine beyaz harfli yön tabelaları beni hep heyecanlandırır, gördüğüm Kemeraltı ve Agora tabelaları yine aynı duyguları yaşattı bana. Çarşıya ilk girişimde minik bir sürpriz bekliyordu beni: Şekercibaşı Ali Galip dükkanı. Benim ismimi rahmetli dedem koymuş, kendi ismiyle (Ali), babasının ismini (Galip) birleştirmiş ve kulağıma üflemiş. Türkiye'de çok rastlanan bir isim kombinasyonu değil bu nedenle ismimi taşıyan bir dükkanı görünce şaşırdım.

Çarşı'nın tarihi sokaklarında dolaştım bir süre, envai çeşit dükkanı barındıran bu eski yollar yapay alışveriş merkezlerine kıyasla içinde bir ruh barındırıyordu ve bu ruh bana huzur verdi. Buraları daha sık ziyaret etmeye ve alışverişlerimin bir kısmını buradan yapmaya karar verdim o anda. Hatta zaman zaman çocuklarımı da getirip bu havayı solumalarını istiyorum. Zamanında Ankara'da Kocabeyoğlu Pasajı'ndan aldıkları ile giydirirdi annem beni. Sanırım bu nedenle de Kemeraltı bana çok tanıdık geldi. Çarşıda giyim kuşam mağazalarının yanı sıra baharatçılar, balıkçılar, hediyelik eşya dükkanları, oyuncakçılar ve aklınıza daha ne gelirse var. İzmir'e yolunuz düşerse buraya muhakkak zaman ayırın.  



Kahverengi üzeri beyaz harflerle tarihi mekan tabelaları

Şekercibaşı aligalip'ten alışveriş yapmak ayrı bir keyif olacak.


Kızlarağası Hanı'nın tam karşısında Kemer Balık Evi, bir dahaki ziyaretimde denemeye karar verdim

Çocukluğumun canlı hatıralarından macuncu

Kemeraltı'ndaki turumu da bitirdikten sonra eve dönüş zamanı geldi. Varyant yokuşunu çıkmak istemediğim için metro'ya doğru yöneldim. Ancak bisikletimle metroya binmeme izin vermediler, yasakmış. Gayet kibar ve genç bir yetkili ile görüştükten sonra Varyant'tan yukarı çıkmak için pedallara asıldım, kız yurduna kadar çıkmayı başardım, ancak sonrasını bisikletten inerek yayan bir şekilde tamamladım. Eve vardığımda günümü keyifli geçirdiğimi düşünerek içime tüm akşam sürecek bir gülümseme geldi.